NEDİR, İLMİN BAŞI?

İrfan ÖZTÜRK

Vaktiyle köyün birinde Deli Hüseyin diye anılan bir adam varmış. Yirmi yaşına varan Deli Hüseyin evlenmiş, düğün yapmış. Düğün gecesi, nikâh kıymaya gelen iki hocaefendi bir dînî mesele hakkında güzel bir sohbete başlamışlar. Genç Hüseyin hayran hayran bu mubâhaseyi dinlemiş, o yaşına kadar geçirdiği zamana hayıflanmış, içinde derin bir ilim aşkı tutuşmuş ve içinden;

«Yarından tezi yok, ben de ilim tahsiline gideyim. Bu hocalar gibi okuyayım, böyle sohbetlere iştirak edeyim.» demiş.

Nikâh kıyılmış, genç Hüseyin gerdeğe girmiş. Fakat, aklı-fikri sabah olur olmaz İstanbul’a gidip hemen tahsile başlamak imiş. Sabah vakti kalkıp namazını kılmış ve hanımına;

“Bak Fâtıma; ahırda koyunlar, inekler var. Bağ ve bahçe de sana aittir. Ben, İstanbul’a ilim tahsiline gidiyorum. Tahsilden sonra hemen gelirim. Benim yokluğumu aratma. Anam, kız kardeşlerim önce Allâh’a, sonra sana emânet. Yakında ben de gelirim.” diyerek yola çıkmış. İstanbul’a gelmiş ve devrin ilim ocağı olan medreseye girmiş. Emsile, binâ, avâmil… Fıkıh, tefsir, hadis derken tam otuz sene ilim tahsiliyle hemhâl olmuş.

İlme o kadar dalmış ki; aklına ne köy, ne kasaba, ne bahçe, ne de hanımı gelmiş. Allah; ilmi isteyene, zenginliği de istediğine verir. Yirmi yaşından sonra başladığı hâlde hâfız-ı Kur’ân olmuş, aynı zamanda dersiâmlığa kadar yükselip, Hüseyin Hoceefendi olmuş.

Artık yaşı elliye gelmiş, sakal ve saça ak düşmüş. İlim tahsilini tamamladığını düşünerek memleketine dönmeye karar vermiş. Yirmi günlük bir yolculuktan sonra, memleketine bir günlük mesafedeki bir köyde konaklayacakmış. Yolda; tarlasında çalışmakta olan bir ihtiyara rastlamış, selâm vermiş. Selâmını alan köylü;

“–Hocaefendi dur, beni bekle. Bu köyde ilk önce beni gördün, onun için sen benim misafirimsin.” demiş.

Hocaefendi de, bu daveti kabul etmiş. Köylü işini bitirmiş, hocaefendiyi kağnısına bindirmiş, köyün yolunu tutmuşlar. Evde yemek yedikten sonra yatsıya camiye çıkmışlar. Yatsı namazından sonra, Hoca Hüseyin Efendi vaaz kürsüsüne çıkmış, vaaz ve nasihatte bulunmuş. O kadar tesirli vaaz etmiş ki, camideki herkes bu âlim hocaya hayran olmuş. Beldelerine bir âlim geldiğini anlayan ve bunu ganimet bilen cemaat, vaazdan sonra hocaefendiyi köy odasına götürmüş, izzet-ikramda bulunmuş. Müşküller, fetvâlar sorulmuş, cevaplar alınmış.

Nihayet hoca ile onu misafir eden köylü kalkmışlar, haneye varmışlar. Yatmadan önce köylü, hocaefendiye;

“–Efendi, tahsilinize sebep babanız mıdır? Eğer böyle ise sizin gibi bir âlimi biz müslümanlara hediye ettiği için Allah ondan râzı olsun.” demiş. Hüseyin Efendi gülümsemiş ve hayat hikâyesini anlatmış, sonunda hislenip ağlamış.

Köylü;

“–Mâşâallah sizdeki ilim aşkına!” demiş, sonra da; “Size bir suâlim var!” diye ilâve etmiş.

Hüseyin Hoca;

“–Buyurun sorun.” demiş.

Köylü;

“–Otuz sene tahsil ettiğinize göre öğrenmiş olmalısınız, acaba ilmin başı nedir?” demiş.

Hocaefendi;

“–Ey köylü kardeş! İlmin başı; «Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr» duâsıdır.” demiş.

Köylü;

“–Hayır, hocaefendi. İlmin başı o olmasa gerek.”

deyince Hoca şaşırmış. Köylünün kendisine soru sormadığını, kendisini imtihan ettiğini anlamış;

“–Elif, be, te…” demiş. Köylüden yine;

“–Bu da ilmin başı değildir.” cevabını almış.

Hoca;

“–Besmele öyleyse!..” demiş.

Köylü;

“–Besmele de ilmin başı değildir.” demiş.

Hoca;

“–Nasara, yensuru…” “Fâtiha…” “Sübhâneke…” ne dediyse olmamış.

Sonunda hoca âciz kalıp;

“–Ey köylü kardeş! Öyle ise bana ilmin başını öğret.” demiş. Bu sefer köylü gülmüş;

“–Otuz senede öğrenemediğin bir şeyi, ben nasıl olur da bir gecede sana öğretirim?!”

Hocanın, ilim azmi, Deli Hüseyin tarafı depreşmiş;

“–Öğrenmem için ne yapmam gerekirse yaparım.” demiş. Köylü;

“–Bilmem ki, şartıma râzı olur musun? Çünkü artık bir gün sonra otuz sene ayrı kaldığın köyüne döneceksin. Hâlbuki benim sana ilmin başını öğretebilmem için bir sene yanımda kalman lâzım.” demiş.

Hoca;

“–İnsaf et, beni bir sene burada oyalama, şunu bana öğretiver.” dediyse de;

“–Hayır, otuz senede öğrenemediğin şeyi sana bir seneden az zamanda öğretemem. Hem sen zekî, ilme âşık bir adam olduğun için bir senede öğretmeyi va‘dediyorum. Öyle insan vardır ki, ilmin başının ne olduğunu elli, altmış, hattâ yetmiş senede öğrenemez.” cevabını almış.

Hoca, çaresiz kalıp sonunda;

“–Peki!” demiş.

Köylü, sabah olunca;

“–Haydi bakalım, çarığı ayağına giy, küreği eline al. Tarlaya işe yürü!” demiş.

Hüseyin Hoca çarığı ayağına bir giymiş, giyiş o giyiş! Aylarca ağır işlerde çalışmış, öyle ağır çalışıyormuş ki akşamları bitkin bir hâlde eve dönüyor, namazını kılıp yatıyor ve sabah erkenden yine tarlanın yolunu tutuyormuş. Fakat ilmin başını öğrenmek gayesiyle bu ağır çileye dişini sıkmış. Sonunda sene, tamam olmuş. Hemen köylünün yanına varıp;

“–Haydi bakalım. İlmin başını bana anlat. Artık bu akşam tam bir sene oldu.” demiş. Köylünün;

“–Yarın sabah, seni yolcu ederken söylerim!” demesi üzerine;

“–Allah aşkına bu kadar kısa mı bu?” diye bağırmış. O da;

“–Evet, biraz kısacadır. Gerçi lâfzen kısa, fakat mânâ bakımından çok uzun, pek çok geniş bir meseledir.” cevabını vermiş.

Sabah olmuş, namazı kılmışlar, duâlar edilmiş, çorba içilmiş. Köylü, karısına seslenmiş:

“–Yâ hû, hocaefendiyi yolcu ediyoruz. Biraz yolluk, azık hazırla. Yaptığın tarhanadan hocaefendinin ailesine gönder.” Bunun üzerine artık dayanamayan hoca;

“–Bırak şu tarhanayı, ilmin başı ne imiş, onu öğret!” diye atılmış. Köylü birden ciddîleşmiş ve;

“–Hocaefendi, ilmin başı sabırdır.” demiş. “Evet, ilmin başı sabırdır ve söyleyeceğim bu kadardır.”

Deli Hüseyin Hoca iyice dellenmiş, hiddetlenmiş; «Ben sabır hakkında ne hadisler, ne âyetler bilirim! Kaç defa insanları sabra davet eden vaazlar, nasihatler ettim! Bunca yıldan sonra hiç yoktan ömrümden bir sene kaybettim!» diye çok fena hâlde canı sıkılmış.

Köylüye dönüp;

“–Ağa, sana ne söyleyeyim bilmem ki? Böyle üç kelime için beni burada bir sene oyaladın. Hiç vicdanın, dînin, îmânın, insafın yok mu? Allah, cezanı versin. Ben böyle şeylerin âlâsını bilirim. Allah Allah, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh!..” diyormuş. Köylünün yaptığı azizliği bir türlü hazmedemiyormuş.

Köylü bunun üzerine ona tane tane anlatmış:

“–Evlâdım. Bana niçin kızıyorsun? Bir sene evvel, ben sana; «İlmin başı nedir?» dediğimde; «Sabırdır.» diyebildin mi? Diyemedin; «Öğret bana!» dedin. Ben, sana şartımı söyledim ve sen de kabul ettin. Zannetme ki ben ilmin başının sabır olduğunu sana şu anda öğretmiş vaziyetteyim. Bilâkis, bunu sana öğretmeye tâ bir sene evvelinden başladım. Bütün sene boyunca sana sabır denen şeyin ne olduğunu; bir şey öğrenmek için nasıl sabredileceğini, her gün, her saat öğrettim. Sabrı, bizzat sana tattırdım. Senenin sonunda da sabır denilen şeyin ilim için en başta gelen şart olduğunu dilimle söyledim. Şu, bana karşı yaptığın hareket gösteriyor ki, sen otuz sene müddetle ilimleri hep kuru kuru öğrenmişsin. Yoksa, o ilimleri nefsinde tatbik etmemişsin.”

Belli ki köylü, görünüşte bir köylü fakat hakikatte evliyâullahtan bir mürşid imiş. Köylü sûretinde halka böyle hak yolunu gösterirmiş.

Hüseyin Ağa henüz farkına varamasa da, ancak bu çileli bir sene sonunda, okuduğu otuz senelik ilmi hazmedebilmişti. Bu kızdığı köylü mürşidi sayesinde kāl ilmini hâl ilmine çevirebilmişti.

Deli Hüseyin Hoca, köyüne doğru yola çıktı. Akşam ortalık karardıktan sonra köyüne vardı. Fakat aradan geçen 31 yıl zarfında köy çok değişmişti. Güç belâ evini buldu. Acaba hanımı hâlâ bu evde miydi? Aradan bu kadar sene geçmiş, köyü ile hiç haberleşmemişti. O zamanlar herkes İstanbul’a gidemezdi ki, köyünden haber sorsun…

Düşündü:

«Evvelâ pencereden içeriye bir bakayım, evde Fâtıma’yı göremez isem, yatsıya camiye gider, orada olanları öğrenirim.» dedi. Pencereye yaklaştı, içeriye baktı. Hanımı Fâtıma ocağın başında oturuyor idi. Onu tanımıştı. Tanımıştı ama yanında bir adam vardı.

O da kimdi?!

Dikkatle bir daha baktı. Evet ailesi Fâtıma’yı iyice tanımıştı. Lâkin o; dizine bir delikanlıyı yatırmış, onun saçlarını okşuyor, gülüşüp bir şeyler anlatıyor, tekrar gülüşüyorlardı. Kan beynine sıçradı. Yoksa, kendisi gurbet ellerdeyken Fâtıma’sı başka bir erkekle alâka mı kurmuştu?! Şimdi kendisinin mallarına, tarlasına, bağına-bahçesine sahip olup zevk u safâ mı ediyorlardı!

“Bu olamaz, bu namus temizlenmeden mesele hâllolmaz, bunun intikamını mutlaka almam lâzım.” diyerek İstanbul’dan, yol emniyeti için aldığı silâhını çıkardı, namluyu pencereden içeriye nişan alıp çevirdi. İkisini de vurup, namusunu temizleyecekti. Tam ateş edeceği sırada, gözünün önüne köylü adam, aklına da bir sene çile çekerek öğrendiği ilmin başı, sabır geldi. Kendi kendine;

“Dur Deli Hüseyin, ne yapıyorsun? Sabır için, bir sene boyunca çekmediğin kalmadı. Biraz sabreyle!” dedi.

Silâhı beline sokup caminin yanındaki köy odasına vardı. Akşam yemeğini yemiş olan köylüler birer, ikişer yatsıyı kılmak için caminin önündeki peykelere oturmuşlar yârenlik ediyorlardı. Yanlarına varıp selâm verdi. Yanlarına bir hocaefendinin geldiğini kıyafetinden anlayan köylüler ayağa kalkıp selâmını aldılar ve tanımadıkları bu hocanın nereden gelip, nereye gittiğini sordular. O da cevabında tanrı misafiri olduğunu söyledi ve köyün eskilerinden, ihtiyarlarının bazılarının isimlerini sorup hayatta olup olmadıklarını öğrenmek istedi. Kiminin sağ, kiminin öldüğünü haber verdiler. Sonra lâfı kendisine getirip;

“–Burada bir Deli Hüseyin var idi. İstanbul’a ilim tahsiline gitmişti.” dediğinde onlar;

“–Evet, biz de böyle bir şey işittik, ama otuz senedir ondan hiçbir haber çıkmamış.” dediler, O zaman hemen;

“–O zâtın ailesi var mıydı?” dedi.

“–Tabiî vardı. Hâlen de hayatta. Zavallının çekmediği kalmadı. Meğer evlendikleri gece bu hanım bir oğlan çocuğuna hamile kalmış. Adam çekip gidince kadıncağız, ne zahmetlerle o biricik yavrusunu büyüttü;

«Baban tahsile gitti, gelmedi, belki de öldü. Rûhu şâd olsun!» diye oğlu Mehmet’ini okuttu. Hâfız-ı Kur’ân etti. Yakın köyde bir âlim vardı. Mehmet’i oraya gönderdi. Tahsil ettirdi. Evlendirdi. Mehmet Efendi, şimdi köyümüzün imamıdır. Nerede ise namaza gelir.”

Köylüler anlattıkça Hoca Hüseyin Efendi hâlden hâle giriyor, ilk düşündüklerine utanıyor, son anda sabrettiğine seviniyor, gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Neredeyse iffetli hanımının ve masum evlâdının kanına gireceğini düşündükçe ürperiyordu. O an, köylü mürşidini şükranla andı. Kendini tutamadı ona sabrın ne olduğunu bizzat tattıran mürşidin köyüne doğru dönüp;

“Yaşa be köylü! Yaşa be sultan! Yaşa be mübârek insan!..” diye yüksek sesle bağırmaya başladı. Köylüler iyice şaşırdılar, misafir gelen hocanın deli olduğuna hükmetmişlerdi.

Köylüler adama hayretle bakarlarken imam efendinin, yani Deli Hüseyin’in oğlu olan imam Mehmet Efendi’nin o tarafa geldiğini gördüler. Deli Hüseyin baktı ki, az evvel sevgili Fâtıma’sının dizinde yatan nur yüzlü delikanlı bu idi. Ne kadar da yakışıklı idi. İmamete nasıl da yakışmıştı.

Hüseyin Hoca koştu, oğlunun boynuna sarıldı. Bağrına bastı ve köylülere dönerek, kendisinin buradan otuz bir sene evvel giden Deli Hüseyin olduğunu söyledi. Köylülerden biri;

“Kusura bakma hocam! Deminki o bağırıp; «Yaşa be köylü! Yaşa be sultan!..» deyişinin hikmeti nedir? Hele şunu da bize bir anlat da merakımız ortadan kalksın. Doğrusunu istersen, öyle hareket etmen hepimizi meraklandırdı.” dedi.

Hüseyin Hoca, köyüne bir gün mesafedeki mürşidin yanında geçirdiği hâdiseleri kısaca anlattıktan sonra biraz evvelki, evinin önünde işleyeceği felâketi, işte o mürşidden öğrendiği sabır sayesinde atlattığını ve işin hakikatini köylülerden öğrenince dayanamayıp gayr-i ihtiyârî olarak o rûhu terbiye eden mürşidine, o «veliyyullâh»a seslendiğini ifade etti. Allâh’ın, onun önüne böyle bir mürşidi çıkararak hem evlât, hem de aile katili olmasından muhafaza buyurduğu için bin şükrettiğini söyledi.

Evet, ey kardeş, sabır; dînin ve aklın gerektirdiği şey üzerine nefsi tutmaktır. Sabır, müşkülleri çözmenin anahtarıdır. Cenâb-ı Hakk’ın tevfik ve inâyeti sabredenlerle beraberdir. Sabrın üç çeşidi vardır:

a. Mâsiyetlerden kendini çekip sabretmek;

b. Musîbet ve belâlara karşı sabretmek;

c. İbâdât u tâat üzerine sabretmek.

Ey kardeş; Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde;

“Allah, sabredenlerle beraberdir.” (el- Bakara, 153) buyuruyor. Ne büyük bir lütuf değil mi? O hâlde öfkeyi yenmek büyük bir başarı, bizim için Allâh’ın bir ikramıdır sabır. Bunu nimet bilmeli, fırsatı kaçırmamalı.

Bir mütefekkir;

“Kişi öfkelendiği zaman aynaya bakıp o hâlde kendini görseydi bir daha ömür boyu öfkelenmezdi.” diyor. Gerçekten; dikkat edilirse cinayetlere, felâketlere hemen bütün kötülüklere öfke ve buna da sabırsızlık sebep olmaktadır.

“Her zahmetin sonu, sabrı miktarınca rahmettir.” (Gülzâr-ı İrfan)

“Külfetine sabredilmeyen nimet geri alınır.” (Gülzâr-ı İrfan)

“Nimet hem ikram, hem imtihandır.” (Gülzâr-ı İrfan)