İlâhî Sıfatların Tecellî Mekânı KÂİNAT
B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
“Ezelde Allâh -celle celâlühû- yalnız kendisi mevcut iken bilinmeyi murâd etti. Sıfatlarının (esmâ-i ilâhiyyenin) tecellîsi ile bu kâinatı yarattı. Cenâb-ı Hakk’ın bilebildiğimiz ve idrak edemediğimiz bütün ilâhî sıfatlarının üç kâmil tecellî mekânı vardır:
a. Kâinat;
b. Kur’ân-ı Kerim;
c. İnsan.
Kâinat, bütün esmâ-i ilâhiyyenin fiilî; Kur’ân-ı Kerim ise kelâmî bir tezâhürüdür. Diğer bir ifadeyle Kur’ân-ı Kerim, kelâm sûretine bürünmüş bir kâinattır. İnsan ise, o kâinatın bir özü, tohumu gibidir. Çünkü Allâh’ın bütün sıfatlarından az veya çok nasip almış tek varlık odur.”
“O -celle celâlühû-’nun; «Kün/Ol!» emriyle, hiçbir şeyi eksik bırakmadan, ya da hiçbir şeyi; «Şu da fazlalıktır.» demeyi akla getirmeye güç yetiremeyeceğimiz mükemmellikte, zerreden küreye yarattığı”2 kâinatın yaşı hakkında farklı tahminler vardır.
“Kur’ân-ı Kerim’de göklerin ve yerin 6 günde; arzın 2 günde, bitki ve hayvanların ise 4 günde yaratıldığı beyan edilir.” (Hûd, 17; el-Furkân, 59; Fussilet, 9-12)
Cenâb-ı Hak; bir âyet-i kerîmede bir günün, bizim saydığımız günlerle bin yıl; bir başka âyette ise 50 bin yıl olduğunu nazara verir. (…)
(Fen ve felsefenin değerlendirmesine göre) ilk insandan günümüze kadar geçen süre milyonlarca yıl olarak ele alınır. Bitki ve hayvanları içine alan canlılığın iki milyar yıl önce teşekkül ettiği, arzın geçmişinin ise dört milyar yıl olduğu kabul edilir. (…) Şimdilerde bazı araştırmacılar, uzaydaki galaksilerin yaşını 15 milyar yıl olarak bildirirken, bazıları bunu 30 milyar yıla kadar çıkarmaktadır.”3
Yaratıldıktan sonra birbirini takiben sıcak ve soğuk olmak üzere uzun devreler geçiren dünyamız; yüce Rabbimiz -celle celâlühû-’nun sonsuz ilmi muvâcehesinde, canlı için hayatı mümkün kılan bir kıvama gelince, önce diğer canlılar, daha sonra da insan yaratılır. İlâhî kudretin tecellîleriyle bir sanat hârikası husûsiyetinde tezyin ve teçhiz olunan kâinat, «halîfe» olarak yaratılan insan (el-Bakara, 30) için hazırlanmış ve ona âmâde kılınmıştır. (el-Câsiye, 13) Bu noktayı ifade bâbında Beşeriyetin Efendisi için;
“Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.” buyuruluyor.
Kur’ân-ı Kerim’de; Allah Teâlâ’nın yüceliğini tefekküre çağırmak için, birçok yerde kâinatın muhteşemliğine atıfta bulunulur. Beyan buyurulan bu âyet-i kerîmelerden bazıları şunlardır:4
“… O’nun ilminden göklerde ve yerde zerre kadar bir şey kaçmaz…”,
“Gökten ve yerden önlerindekine ve arkalarındakine bir bakmazlar mı? Dilesek kendilerini yere geçiriveririz. Yahut gökten üzerlerine parçalar düşürüveririz…” (Sebe, 3-9);
“… O size gökten ve yerden rızık verir…”,
“O, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı emrine âmâde kılmıştır. Her biri mukadder bir gayeye akıp gidiyor. İşte bu gördüklerinizi yapan Allah sizin Rabbinizdir. Mülk O’nundur. O’ndan başka taptıklarınız ise, bir çekirdek zarını bile idare edemezler.” (Fâtır, 3-13);
“Ne güneşin aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.” (Yâ-sîn/40);
“Hem o göğü, yeri ve aralarındakileri biz boşuna yaratmadık…” (Sâd, 27);
“Güneş de ay da bir hesap iledir.”,
“Göğü yükseltti ve mîzânı koydu.” (er-Rahmân, 5-7);
“Göklerde ve yerde bulunan her şey Allâh’ı tesbih etmektedir…” (el-Hadid, 1);
“O, yedi göğü birbiri üzerine yarattı. Rahmân’ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun?”,
“Sonra gözünü tekrar tekrar döndür de bak. Göz, aradığı bozukluğu bulmaktan âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 3-4) …
Sürekli sonsuzluğa genişleyen şu kâinatta, sonsuz sayıdaki yıldızlar; sayıları tespit edilemeyen takımlar, sistemler, galaksiler hâlinde hem kendi etraflarında, hem de bir merkez çevresindeki yörüngelerinde muazzam bir nizam içerisinde deveran edip duruyorlar. Sistemleri ayakta tutan çekim kuvveti, ancak kendilerine ilham buyurulmuş bir muhabbete nisbet edilebilir. Ki, bu râbıtanın zaafa uğraması hâlinde; fezâdaki kargaşanın boyutu, insan tahayyülünün üzerindedir. Kuruntularla zihni bulanmış, aklından başka güç tanımayan, her şeye meydan okuyan bir insan başını kaldırıp gökyüzüne baksa; karşısındaki meçhuliyetin eşiğinde, acziyetini ifade ile hamd ederek iki büklüm secdeye varmaktan başka ne yapabilir; eğer hamâkat ehli değilse?
İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez
Zîrâ bu terâzî o kadar sıkleti çekmez.
diyor Ziya Paşa; zorlandığında, zihni çatlatacak derin düşünceler için. Madalyonun diğer yüzü olarak; yüce hakikatler karşısında acziyetini bilen insana, «yer ve göklerin âmâde kılınmış» olması, onun ne büyük bir şerefe lâyık görüldüğünün bir nişânesidir.
Fezânın sonsuzluğu içerisindeki dünya, içinde yaşanılması hasebiyle, «ilâhî kudret akışları»nın daha yakından müşahede edilebildiği bir gezegen. Allah Teâlâ’nın, sonsuz ilmiyle; fuzûlî ve tesadüfî hiçbir noktaya meydan vermeden, fevkalâde hassas bir ölçü ve denge üzerinde, bütün varlıklar için her şeyi en güzel ve uygun bir tarzda yarattığı bir vasat. Öyle ki; güneş sistemi içindeki şekil, mevki ve vaziyetindeki en küçük bir farklılığın, varlıkların hayâtiyetini imkânsız kılacağı bir hâl. Bununla ilgili bir menkıbesi vardır, devrin fen ve din âlimlerinden Merkez Efendi’nin. Hocası Sümbül Sinan Efendi, bir gün;
“–Evlâdım, farz-ı muhâl şu kâinatın yeniden düzenlenmesi senin uhdene verilmiş olsaydı, ne yapardın?” diye sorar kendisine. Merkez Efendi de;
“–Efendim; hâşâ, böyle bir ihtimal olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Çünkü daha münasip bir nizam, muhâldir.” diye cevaplar. Bu cevap çok hoşuna giden Sinan Efendi, asıl adı Muslihiddin olan talebesine, «Merkez Efendi» diye hitap eder artık.
Kıtalar, dünyanın merkezindeki, yaratıldığı zamandan kaldığı tahmin edilen; kaynayan «mağma» tabakasının üzerinde yüzüyor. Yer altı; ırmaklar, göller, türlü türlü madenlerle, canlılarla, yer üstüne hayâtiyet veren, sonsuz nimetlerle dolu, sonsuz zenginlikte bir hayata sahip. Kezâ; yer üstü, gökler ve denizler de… Ayrıca, insanın müşahedesine kapalı olan, görünmeyen bir âlem daha var bu husûsiyetlerle mücehhez. Dünyada, 300 bin civarında bitki türü var. Bu sayıyı bazı araştırmacılar bir milyona kadar çıkarıyorlar. Hayvan türünün ise bir buçuk milyon kadar olduğu tahmin ediliyor. Her türün kendi içerisindeki çeşitleri de nazar-ı itibara alınırsa, ne kadar zengin bir canlı varlığa sahip olunduğu anlaşılır. Tabiî bu o kadar da, kendine has husûsiyetleri olması demektir; renk, koku, tat, görünüş… gibi sıfatlar bakımından. Her varlık bulunduğu vasatta, en uygun yaşama, üreme ve müdafaa husûsiyetleriyle mücehhez kılınmış. Öyle ki; her türlü bitki de dâhil olmak üzere, örümceğinden, aslanına; kelebeğinden, kartalına; karıncasından, yılanına; ilh. hiçbir varlık; «şusu da eksik» denemeyecek tarzda. Yaratılışın bu mükemmeliyeti ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.”, “Biz onları hak ve hikmetle yarattık…” (ed-Duhân, 38-39)
Eserdeki fevkalâdelikte yüce Yaratıcı’yı gören Şeyh Gālib, bunu;
Ben bilmez idim, gizli ayan hep Sen imişsin,
Tenlerde vü canlarda nihan hep Sen imişsin.
Senden bu cihân içre nişân ister idim ben;
Âhir onu bildim ki, cihan hep Sen imişsin.
diye terennüm ederken; Nâbî de;
Kitâb-ı kâinat esrâr-ı hikmetle lebâlebtir;
Şikâyet cehlden, feryâd bî-idrâkliktendir.
diye yol gösteriyor insana; bu ince meseleyle ilgili olarak.
Kemâle ermenin sırrı; kâinattaki hârikulâdelikte, onu tanzim edip insana âmâde kılan Allah Teâlâ’yı idrak edebilmek, varlıklar âlemine merhamet ve şefkatle bakabilmek, onunla barışık olabilmektir. Velhâsıl şairin dediği gibi;
İhtilâfâtıyla uğraşmakta dehrin zevk yok,
Zevk anın mir’ât-ı ibretten temâşâsındadır…
Dolayısıyla Allâh’a ve âhirete îman etmiş birinin, fânî hayat ve hâdiselerin girdabı içinde boğulması, kendini kaybetmesi, dehşetli bir hamâkattir/ahmaklıktır. Bu hamâkatten kurtuluşun yolu da, îman zâviyesinden ibret nazarıyla bakış tarzı kazanmaktır. (…) Bunun içindir ki, korku ve hüzünden kurtularak ebedî huzura kavuşmuş olan Hakk’ın sâlih kulları, kâinattaki ilâhî kudret akışlarını, ibret, hayret ve tefekkürle temâşâ ederler. Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücuda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler.”5
Mahlûkatın en şereflisi olarak yaratılması hasebiyledir ki; kâinat, insanın istifadesine âmâde kılındı; hem de;
“Şüphesiz bunda düşünecek bir toplum için elbette ibretler” (el-Câsiye, 13) olduğu ikazıyla. Ayrıca;
“Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü, Allah israf edenleri sevmez.” (el-A‘râf, 31) mealindeki gibi bu istifadenin çerçevesi de, müteaddit defalar beyan buyurulmuştur. Bu yüce ikazlara kulak verildiğinde, insanın; bu mülkün sahibi değil, -mülkün Sahibi’nin kulu ve vekili olmak gibi yüksek bir makamla- emânetçisi olacağının da anlaşılması icap eder. Bu cümleden olarak; yüklenilen bu şerefli vazifenin muktezâsınca emânete hıyânet edilmemesi, şefkat ve merhametle davranılması iktizâ eder. İşte dünyamızın âsûde bir barış iklimi yerine; kan ve ateşler içinde kavrulmasının, yaşanmaz bir hâle gelmesinin arkasında, bu hususların göz ardı edilmesi yatmaktadır.
Allah Teâlâ; sonsuz kudreti ve rahmeti ile yaratıp, fevkalâde hassas dengelerle ilâhî bir sanat hârikası olarak tezyin buyurduğu dünyamızın zenginliklerini, yine bu emâneti hakkıyla taşıyabilecek kıratta yarattığı insana lutfetmiştir. İnsanın; tasarrufuyla alâkalı takip edeceği istikamet de, Kur’ân-ı Kerim ve «üsve-i hasene» olarak O’nun tatbikatı mevkiindeki Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vasıtasıyla gösterilmiştir. Nitekim tarih; bu dâvâyı yürütenlerin inşa ettikleri, yerdeki karıncadan, gökteki kanadı kırık kuşa kadar bütün mahlûkata merhametle bakan ve hakkını gözeten bir şanlı medeniyete şahit olmuştur.
Ancak batıdan yükselen ve insanın yüklendiği «dâvâ»ya bîgâne, dünyevî (seküler) zihniyetin mahsulü olan medeniyet, dünyayı bugünkü manzaraya dûçâr kılmıştır. Ne hazindir ki; asırları aydınlatan bahis mevzûu şanlı medeniyetin vârisleri bugün, redd-i mîras ederek, İbn-i Haldun’un tespitiyle;
«Galibi taklit eden, ona derin bir hayranlık duyan mağlûp» hâlet-i rûhiyesi içindedirler.
Zamanımızda; tabiî kaynakların adalet ve merhamet ölçülerinden mahrum bir tarzda, hesapsız bir şekilde har vurup harman savrulması, istismârı, tahribi bahis mevzûudur. Bu sebepledir ki ekolojik denge bozulmuş; devâsâ boyutlara ulaşmış çevre kirliliği ve küresel ısınma; kasırgalar, kuraklıklar, seller gibi meydana getirdiği sonuçlar itibarıyla, dünyayı tehdit eder hâle gelmiştir.
Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de;
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (eş-Şûrâ, 30) buyuruluyor. Batıdan çıkan, dünyayı istîlâ eden ve mukaddeslerden mahrum olan dünyevî (seküler) zihniyet; insanlığı merhamet ve adaletten mahrum bir düzenle karşı karşıya bırakmış; bencillik ve tüketim çılgınlığının pençesine atmıştır. Tatmin edilemeyen ihtiraslar, dünyayı bahis mevzuu felâketlere boğmaktadır. Bu gidişat; ancak tabiatla barışık olmakla, yani israfı önlemek ve kaynakları en verimli şekilde kullanmakla durdurulabilir. Hayatî faaliyetlerin kaçınılamaz bir sonucu olan çevre kirlenmesi ise, teknolojinin imkânları ile tabiatın telâfi edebileceği asgarî bir seviyeye düşürülebilir. Tabiî bunun için öncelikle gereken, insan rûhunun sevgi, şefkat ve merhamet hisleri ile teçhiz olması; tabiata hikmet nazarı ile bakabilmesidir.
____________________
1 Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi-1, Erkam Yay., İst. 1997, s. 23.
2 Prof. Dr. S. Mehmet ŞEN, Huzurun Davetçisi, Maji Yay., Ankara 2007, s. 11.
3 Prof. Dr. Âdem TATLI, Tefekkür Dergisi, sa. 18.
4 Elmalılı M. Hamdi YAZIR, Kur’ân-ı Kerim Meali, Frekans Yay. İst.
5 Osman Nûri TOPBAŞ, Şebnem Dergisi, 2008 Haziran, s. 40.