Edebin Önemi ve PERİŞAN HÂLİMİZ

Aydın TALAY aydintalay@gmail.com

Sünnet-i seniyyeye uygun hareket ve hayâ duygusu demek olan edep, utanılacak şeylerden insanı koruyan en mümtaz bir melekedir. İnsanı hayvandan ayıran en hayatî özellik, sâlim akıl ve edeptir. İnsan olmanın güzellik ve üstünlüğünü ancak bu hasletlerin korunma ve yaşatılması ile kazanırız. Bütün öğretim kademeleri, güzel sanatlar, bediî duygular ve meslek dalları bu nirengi üzerine bina edilmedikçe; çıkmaz sokaklardan kurtulma ve gerçek kalkınma hayal olacaktır.

Saygı ve edepte cimri olanın paradaki cömertliğinin de tabiatıyla pek kıymeti olmayacaktır. Bu cümleden olarak edebiyat; edebe, terbiyeye ait söz, yazı ve şiirle uğraşan bilim dalı olduğu gibi; edeb-i kelâm ise bayağı ve çirkin ifadelerden uzak söz güzelliği ve zarifliği anlamını taşır.

Yine aynı kelimeden türetilen edeb-i muâşeret (çoğulu âdâb-ı muâşeret) ise cemiyette insana yakışır tarzda çalışma ve yaşama demektir. Çağdaşlık, barış demokrasi gibi cazibeli fakat içi boş kelimelerle geçiştirilen ortamda inci-mercandan değerli, edep gibi birçok kavramımız ne yazık ki bir tarafa itilerek mâneviyat zayıflatılıyor. İnsanın yüzünü kızartacak şeyler; edebiyat eseri diye takdim edildiği gibi, ahlâkı ayaklar altına alacak utandırıcı hususlar da sanat eseri olarak arz-ı endam etmektedir. Şerefli ecdadımız şöyle diyordu:

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan,1
Giy o tâcı emîn ol her belâdan…

Allâh’ın Habîbi Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Hiçbir baba evlâdına güzel edepten daha değerli bir armağan ve daha önemli bir miras bırakamaz.” Başka bir hadîs-i şeriflerinde ise şöyle buyururlar:

“Her dînin kendine göre bir ahlâkı vardır. İslâmın ahlâkı ise hayâdır (utanmadır).”

Allah ve Rasûlü’nün yolunun âşığı Mevlânâ ise şöyle seslenir:

“Efendi! Anla ki, insanın tenindeki can ne ise edep de odur. İnsanların kalbindeki, göğsündeki nurlar edepten ibarettir. Ayağını iblisin kafasına koymak, ona hâkim olmak istiyorsan gözünü aç, anla ki şeytanı öldüren edeptir.” 2

Müslüman; iyiliğin yayılması ve kötülüğe mânî olunması ana görevini terk edip, şer odakları ise her cepheden gemi azıya alınca edebin talim ve yaygınlaştırılması yarı yolda kaldı. Bir zamanlar okullarda okutulan âdâb-ı muâşeret dersleri, bütün kademelerde uygulamalı olarak yaygınlaştırılacağına terk edilmiş, ne yazık ki bilgi hamalı ve test mahkûmu bir nesil yetiştirmeye doğru gidilmiştir.

Ailede verilen edep duygusunun kalıcı ve etkili olmasının sorumluluğunu onur ve saygıdan bahseden her fert idrak etmelidir. Bir zamanlar birbirinden güzel tezyinatlı levhalarda, sohbet ve eserlerde hep edep konuları işlenirdi. Şimdilerde kahvehane kelimesi bile terk edilerek cafe denilen yıllar öncesinin kıraathanelerinde boşa vakit geçirilmez, faydalı sohbetler yapılırdı. Sokaklarda aykırı hareketlere sessiz kalınmayarak en olgun tarzda müdahale edilirdi.

Osmanlı’da başta Harem Dairesi olmak üzere her yerin edep üzerine tembih-nâmeleri vardı. İnce siyaseti, marangozluğu, her alandaki muazzam hizmetleri yanında aynı zamanda iyi bir hattat olan cennetmekân Sultan II. Abdülhamid Han da sülüs hattı ile; «Edeb Yâ Hû» levhasını bizzat kaleme alıp sorumluluk şuuruyla baş ucuna astırmıştı.

Toplumun her kesimi edebin korunmasına yardımcı olduğu gibi ana-babanın verdiğini de okul ve çevre tamamlardı. Bugün içler acısı durumumuz meydanda…

Araştırma, inceleme ve tefekkürden mahrum talebe, diploma yarışında. Okuma-yazma ile beraber başlayan mânevî duygular ve Allah korkusu devam ettirilmediği için de insanın kanını donduran cinayetlerin çoğunluğunu diplomalıların işlediği görülüyor. Otobüste yerini vermemek için başını başka tarafa çeviren gençler mi, yoksa daha bacak kadar boyu ile okul çıkışı ağzına yerleştirdiği sigarası ile mi ya da kız arkadaşıyla kol kola giden, yaka-paça açık gençler mi istersiniz? Uyuşturucu illetinin ilkokul çağlarını bile tehdit edip hırsızlık ve her türlü yolsuzluğun ayyûka çıkması ve daha neler neler…

Âdâb-ı muâşeret sadece şekilden ibaret bir nezâket değil adam gibi adam yetiştirmenin vazgeçilmez yoludur.

Bedîüzzaman merhum Lem’alar adlı eserinde şöyle der:

“Muâşerete taallûk eden (ait olan) çok Sünnet-i seniyyeler var. Bu nevî sünnetlere âdâb (edepler) tabir edilir. Fakat o âdâba ittibâ eden (uyan) âdâtını (âdetlerini) ibâdete çevirir. O âdâbdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdâbın müraâtı (korunması) Rasûl-i Ekrem -aleyhissalâtü ve’s-selâm-’ı tahattur ettiriyor (hatırlatıyor), kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i seniyye edeptir.”

-Allah korusun- insan bir kere hayâ perdesini yırtınca emniyet gücü ve kanun etkisi azalır. Yaratılmışların en şereflisi olması gereken insan, hayvanlaşmaya doğru gider, hattâ ondan daha aşağıya yuvarlanır. Kimsenin kınamasından çekinmediği gibi maddî menfaat onu kör ve sağır ederek canavarlaştırır. İşte henüz gençliğinin baharında olan ve şer odaklarına meyleden yığınlarca insanımız kendiliğinden bu hâle gelmedi.

Çevremizde olan mânevî yangına duyarsız kalamayız. Her müslüman, sorumluluk şuuru içinde sadece ailesi ile değil, çevresi ile de samimî ve dürüst bir ilgi kurarak edebin korunması için mum gibi erime pahasına etrafını aydınlatmak borcundadır.

Bizim insanımız hatalı hareketleri en münasip tarzda düzeltme, küsleri barıştırma ve yardımlaşma için vardır. Yoksa yüreğimizi burkan hâdise ve sözleri temâşâ edip sonunda; «Ah! Vah!» etmek veya görmezlikten gelmekle bir yere varamayız.

Sahâbî örnek hayâyı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den almıştı. Ebû Said el-Hudrî -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Rasûlullah hayâ bakımından kendi köşesinde oturan bir bâkireden daha utangaçtı. Sevmediği bir şeyi gördüğünde hoşnutsuzluğunu yüzünden anlardık.” Her hareketlerinde ölçülüydü. Efendimiz Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- için;

“Meleklerin utandığı kimseden ben utanmayayım mı?” buyurur ve birisinin kendisi aleyhinde bir şeyler söylediğini duyunca kesinlikle isim vermeden ve onu îmâ etmeden;

“Bazı topluluklara ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar…” derdi.

Amellerin ihlâs ve ihsan derecesi ancak edebe riâyetten geçer. Îmanın kemâli, ibâdetlerden derin huzur elde edilmesi, düzenli ve huzurlu bir toplum hâline gelinmesi ancak âdâb ve erkâna uymakla olur. «Onlar işin teferruatıdır sen kalbe bak!» diyenler şeytanın oyuncağı olarak en büyük zararı çekmiş ve çekeceklerdir. Büyük zatlar şöyle buyurmuşlardır:

Az günahı az sanma kime karşı ona bak,
Az nimeti az sanma kimden gelmiş ona bak

Abdullah bin Mübârek şöyle buyurur:

“Edebi küçümseyip önem vermeyen, sünnetlerden mahrumiyetle cezalandırılır. Sünnetleri küçümseyen, farzlardan fire vermeye başlar. Farzları küçümseyen mârifet-i ilâhiyeden mahrum olur.” Bir zamanlar adı Diyâr-ı Rum iken Anadolu olan bu güzel ülkenin nasıl nizama kavuştuğunu unutmayalım. Hanımları Bâciyân-ı Rum (Anadolu bacıları), esnafı Âhiyân-i Rum (Anadolu kardeşleri), gönül ehli Abdalân-ı Rum (Anadolu’nun hâlis kulları) ve gazileri de Gāziyân-ı Rum elinde yoğrularak sevgi, muhabbet ve sadakat ortamı kurulmuş ve bu maya altı yüz yıl devam etmiştir. İşte Abdalân-ı Rum Ocağı’na mensup Kaygusuz Abdal şöyle diyor:

Gel Hakk’a olma âsî,
Ta gide gönlün pası,
Dört kitabın mânâsı,
Var edep, öğren edep…

Büyüklerimize dikkat ediniz. «Seversen Sübhân’ı, incitme hiçbir cânı» prensibi ile bütün çevre ve insanlığa karşı son derece ölçülü ve saygılı idiler. Uysal olmakla beraber haksızlık karşısında arslan kesilirler ama özgürlük bahanesi ile yakıp-yıkmak ve çevreye zarar vermek akıllarının ucundan geçmezdi.

Kanunî döneminde İstanbul’da büyükelçi olan Busbeck yüksek sesle konuşan ve bağıran bir kişiyi görmediğini anlatır. Şerefli dedelerimiz gururla vakarı, tevâzû ile zilleti, düşmanlıkla dostluğu ayırmasını bilir ve korurlardı.

Emevî Devleti’nde kısa fakat asr-ı saâdete benzeyen idaresi ile herkesi mest eden Halîfe Ömer Bin Abdülaziz bir çocuğa;

“–Sen kimin oğlusun?” deyince çocuk yaşından beklenmeyen hakîmane bir cevap vermişti:

“–Edep ve terbiyenin oğluyum efendim.”

Halîfe de;

“–Oh evlâdım soyun ne güzel!” demişti. 3

Çocuk daha 3-4 yaşlarında iken büyüdüğünde nasıl olmasını istiyorsak azim, sabır, duâ ve güzellikler içinde ve ona örnek olarak yetiştirmeliyiz. Rastgele programların izlenmesi, bilgisayar ve cep telefonlarının hatalı kullanılması; Allâh’ın büyük nimeti olan bir yavru ile ilgilenmekten daha kıymetli değildir.

Rasûl-i Zîşan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İbn-i Mâce’de geçen bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Allah bir kulunu helâk etmek isterse ondan hayâsını alır. Hayâsı alındığında onu hep uğursuz bulursun. Onu hep böyle bulduğunda emânet duygusunu da yitirir. Yitirince onu hep hâin olarak görürsün. Onu bu hâlde görünce merhamet duygusunu da kaybeder. O, bu hâle düşünce onu kovulmuş bir hâlde bulursun. En son onu öyle bir hâlde görürsün ki İslâm halkası artık onun boynundan alınmıştır.”

Rabbim muhafaza buyursun…

Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep
Her hüner makbul imiş illâ edep, illâ edep.

____________________

1 Allâh’ın nûrundan.

2 Halil ATALAY, Görgü Kuralları Ansiklopedisi, s. 20.

3 İslâmda Aile Eğitimi, c. 1, s. 331.