ÇARŞININ YOLUNU GÖSTER, YETER!

Handenur YÜKSEL

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ilk îman eden ve cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Abdurrahman bin Avf, 575 yılı civarında Mekke’de doğdu. Cahiliye devrinde, içki içmeyen ve güzel ahlâka sahip biri olarak tanınırdı. Hazret-i Peygamber’le birlikte bütün savaşlara katıldı. Uhud’da yirmiden fazla yara aldı, hattâ ayağındaki yaralar sebebiyle aksak kaldı. Vefatında Hazret-i Peygamber’i kabre indiren dört sahâbîden biriydi. Hazret-i Ebûbekir’in halîfeliği sırasında ona müsteşarlık yaptı. 652 yılında Medine’de vefat etti. Abdurrahman bin Avf, hem cahiliye, hem de İslâm devrinde ticaret yapmış, bu yolda kazandığı büyük serveti Allah yolunda harcamaktan çekinmemişti. 500 deve yükü tutan büyük bir kervanı bir defada bağışlayacak derecede cömertti.

***

Mekke’den Medine’ye hicret eden müslümanlar, her şeylerini geride bırakmışlardı; Mekke’nin en zengini, şimdi Medine’nin en fakiri olmuştu. Gerçi Medineli Müslümanlar; hepsine kucak açmış, her şeylerini onlarla paylaşmaya başlamışlardı, ama Peygamber Efendimiz, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu yeterli bulmuyordu. Aralarındaki bağı daha da kuvvetlendirmek için onları birbirlerine kardeş yaptı. Onun bu davranışı, müslümanlar arasında müthiş bir sosyal enerji meydana getirdi. Medineli müslümanlarda, mallarını kardeşleriyle paylaşacak, yüce bir fedâkârlık duygusu gelişti. Bu hususta akıllara durgunluk verecek örnekler de yaşandı. Meselâ; Hazret-i Abdurrahman bin Avf’a kardeş seçilen Sa‘d bin Rebi‘, ona şu teklifi yapıyordu:

“Ey kardeşim Abdurrahman, Ben, Medineli müslümanların en zengini sayılırım. Bundan böyle malımın yarısı senindir!..”

Fedâkârlık ve cömertliğin böylesi ilk defa yaşanıyordu. Ama Peygamber Efendimiz, bu insanlara öyle bir ruh üflemişti ki; dünya malı onlar için, sadece âhirette faydalı olabilecekse önemliydi. Fakat Hazret-i Abdurrahman -radıyallâhu anh- da Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den dersini eksiksiz alanlardandı. Cömert, yiğit ve çalışkandı. Kardeşinin teklifine cevabı, teklif kadar mânâlı oldu:

“Kardeşim Sa‘d! Allah sana malını hayırlı ve mübârek kılsın. Bana yapacağın en büyük iyilik, alışveriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir.”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kardeş yaptıklarını inceden inceye dokumuştu. İşte biri vermek için çırpınan bir cömertlik kahramanı, öbürü almamakta direnen bir kanaat timsali!

Ticarete başlayan Hazret-i Abdurrahman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de duâsının bereketiyle kısa zamanda kardeşi Sa‘d’ı zenginlikte geride bırakacak duruma geliverdi.

AKŞAM YAZDIĞIN KUR’ÂN ÇARPSIN!

Ünlü hattatlarımızdan Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi, kesin olmamakla birlikte 1770 yılları civarında İstanbul’da dünyaya geldi. 1839’da Anadolu, 1846’da Rumeli Kazaskerliği’ne getirildi. 1849’da vefat eden ünlü hattat, Fatih medreselerinin arkasında bulunan Tûtî Abdüllâtif Efendi medresesindeki küçük bir hazîreye, orada medfun babasının kabrinin yanına defnedildi.

1824’ten sonra hattatlığının zirvesine ulaşan ve Türk ta‘lik hattını, özellikle «celî»de erişilmezlik noktasına çıkaran Yesârizâde, altmış yıl kadar süren sanat hayatında sürekli yazdı. Zamanla yok olanlar hesaba katılmasa bile, bugün İstanbul âbideleri üzerinde kendi imzasıyla 100’den fazla kitâbesi kalan yegâne hattattır. İstanbul’daki meşhur kitâbelerinden birisi de Bâbıâlî girişindeki (İstanbul Valiliği) kitâbedir.

***

Hattat Mustafa İzzet Efendi’nin mübalâğacılığı meşhurmuş…

Bir gün dostlar meclisinde şöyle söylemiş:

“–Dün gece oturdum; öyle çalıştım ki, sabaha kadar bir Kur’ân’ı Kerim yazıp tamamladım.”

Meclistekiler mânâlı mânâlı bakışmışlar…

İçlerinden biri şu hikâyeyi anlatmaya başlamış:

“–Geçen Ramazan’da bir akşam, Boğaziçi’nde oturan bir dostumun iftarına davetliydim… Denizde, âniden bir fırtınadır çıktı, suya batıp batıp çıkıyorduk. Rüzgâr öylesine şiddetliydi ki, dalgalar kayığı sahildeki minarelerin şerefelerine kadar yükseltiyordu. Bizler şaşkınlıkla bocalarken birden toplar atılmaz mı? Ben de hemen, iftar için hazırladığım çubuğumu kandillerden yakarak orucumu bozuverdim!”

Mustafa İzzet Efendi dayanamayıp bağırmış:

“–Koca bir yalan!”

O zaman muhatabı kendisini şöyle susturmuş:

“–Eğer anlattığım yalansa, dün akşam yazdığın Kur’ân çarpsın!”*

(* Tarih Dünyası Dergisi, İstanbul, 1953, c. 1, sa. 4, s. 155.)

HEPİNİZİ KÖPEK GİBİ GEBERTİRDİM!

Müşir Tahir Paşa kesin olarak bilinmemekle birlikte, 1830 yılı civarında doğdu. 1856 yılında harbiyeyi bitiren Tahir Paşa, tahsil hayatına bir süre Paris’te devam etti. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı başladığı sırada Rusçuk kolordusu kumandanıydı. Plevne’de, Gazi Osman Paşa’nın ordusunda Ruslara karşı savaştı. 1909 yılında vefat etti.

Hareket Ordusu, 31 Mart Olayı’nı bastırmak için İstanbul’a gelip Yıldız Sarayı’nın kapısına dayanınca, Müşir Tahir Paşa sabredemez. Sultan Abdülhamid’in ayaklarına kapanıp yalvarmaya başlar:

“Padişahım, saray kuşatılmak üzeredir. Ferman buyurunuz, hepsini yok edeyim!”

Ancak hükümdarın herkesçe bilinen şefkat ve merhameti buna mâni olur. Kardeş kanı dökülmesini istemediğini söyleyerek, kaderine rızâ gösterir.

Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra; Tahir Paşa, Yıldız Sarayı’ndan alınıp bir faytona bindirilir. Bin bir hakaretler edilerek üzerine çürük yumurtalar atılır. Bayezid’deki Harbiye Nezâreti’ne götürülen paşa, Örfî İdâre Mahkemesi tarafından yargılanır. Mahkeme sırasında hâkim sorar:

“Sen, Sultan Abdülhamid’e; karşı konulmasını, silâh kullanılmasını teklif etmişsin, doğru mudur?

Büyük sadakat örneği sergileyen Müşir Tahir Paşa şu cevabı verir:

“Evet doğrudur! Sultan Abdülhamid, beni kaldırımcı iken müşir rütbesine kadar yükseltti. Eğer müsaade etseydi, hepinizi bir köpek gibi gebertir, geldiğiniz yere def ederdim. Padişaha canım, kanım, her şeyim fedâ olsun!”

İttihatçılar, Tahir Paşa’yı önce idam etmeye karar verdilerse de, sonra onun efendisine olan bağlılığını takdir ederek, Trablusgarb’a sürdüler.

KENDİ PARANLA YER GİBİ!

Çeşit okullarda muallimlik, devlet dairelerinde memurluk yapan ünlü Şair Ahmed Hâşim 1884’te Bağdat’ta doğdu. Fîzan mutasarrıflığı yapan Ahmed Hikmet Bey’in oğludur. On iki yaşında İstanbul’a geldi, Galatasaray Sultânîsi’nden mezun olduktan sonra, bir süre İzmir Lisesi’nde öğretmenlik yaptı.

Daha sonra Mâliye Nezâreti emrinde çalıştı. Çanakkale Savaşı’nda yedek subay rütbesiyle dört yıl iaşe müdürlüğü yaptı. Savaş sonrası sırasıyla Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Düyûn-u Umûmiye’de ve Osmanlı Bankasında görev aldı. 1933 yılında 49 yaşında iken, İstanbul’da vefat eden meşhur şairin kabri Eyüp Sultan’dadır. Şiirlerinin büyük kısmı Servet-i Fünûn dergisinde yayınlandı.

Cimriliğiyle tanınan Ahmed Hâşim, bir gün nasılsa Salih Zeki AKTAY’ı yemeğe davet eder. Ünlü şair, arkadaşının menüdeki en pahalı yemeği istediğini görünce, kendisine en ucuzunu ısmarlar. Ancak ikinci bir pahalı yemek istenince bu defa kendi yemeğinden vazgeçer, sadece bir kahve ile yetinir. Fakat Salih Zeki Bey, garsondan üçüncü bir pahalı yemek daha isteyince Hâşim fazla dayanamaz, arkadaşına şöyle patlar:

“Rica ederim Salih Zeki, yemeği kendi paranla yiyorsun gibi ısmarla!”