KENDİNİ MUHTACIN YERİNE KOY!

Prof. Dr. Ömer ÇELİK

omercelik08@hotmail.com

İbâdetin vecdi ve zikrin sıcaklığı ile eriyip yumuşayan mü’min gönüller, âdeta mânevî bir röntgen hâline gelerek muhatabının ruh hâlini okur. Konuşmasına gerek kalmadan durumu kavrar ve ne yapacağını anlar. Allah Teâlâ bu gibi firâsetli kulları için:

“Sen onları sîmâlarından tanırsın.” (el-Bakara, 2/273) buyurur. Zaten iletişimde başarılı bir yol olan «empati» de, iletişim kurmak istediğin kişinin düşüncelerini okuyup, ruh hâlini tahlil edip, onu senin, seni de onun yerine koyarak davranma kabiliyetidir. Çocukla çocuk, yetimle yetim, gariple garip, dertliyle dertli, muhtaçla muhtaç olabilmektir. Hattâ kendini muhtacın yerine koyabilmektir. Bunun en güzel misalleri Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında sergilenmiştir.

Efendimiz; insanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü Mekke’nin fethi günü, huzuruna gelen ve konuşurken korkudan titremeye başlayan hemşehrisine, onun hâlini çok iyi anladığını hissettirmek üzere, imkânlarının en zayıf olduğu döneme ait bir kesiti zikrederek şöyle sükûnet telkin etmiştir:

“Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kastederek) Kureyş’ten, güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Hâkim, III, 50/4366)

Efendimiz sadece insanlara değil, hayvanlara bile içinde bulundukları durumun gereğine göre en iyi şekilde davranırdı. Bir gün ensardan birinin bahçesine uğramış, orada bir deve görmüştü. Deve, Peygamberimiz’i görünce inledi ve gözleri yaşardı. Efendimiz; devenin yanına gitti, kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve sakinleşti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, devenin sahibine;

“Seni sahip kıldığı şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? O, senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44)

Efendimiz’in insanlara ve diğer varlıklara karşı sergilediği bu örnek davranışı, muhtaçların yardımına koşarken ve bizde olanları kendisinde olmayanlara ulaştırırken göstermeye çalışabilmeli; kendimizi onların yerine, onları da kendimizin yerine koyabilmeliyiz. Sadakaları Allâh’ın aldığını (bkz. Tevbe 9/104); dolayısıyla verilecek sadakanın önce Allâh’ın eline, oradan da fakirin eline geçeceğini hatırımızdan çıkarmamalıyız. İşte mü’minlere hitap eden şu âyet-i kerîme bizden böyle nezâketi, zarâfeti ve inceliği istemektedir:

“Ey îman edenler! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardıklarımızın iyisinden, temizinden (Allah yolunda) infak edin. Harcadığınız, (fakat size verildiğinde) gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü şeyleri vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah ganî (zengin)dir, hamde lâyık olandır. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin işleri emreder. Allah ise size katından bir bağışlama ve iyilik vaad eder. Allah, lutfu geniş olan, her şeyi bilendir. (el-Bakara 2/267-268)

İnfak edilecek şeyler; hem kazanılarak elde edilen ticaret malları, hayvanlar ve paralar hem de yerden çıkan meyveler, sebzeler ve madenler gibi şeylerdir. Allah yolunda infak etmek önemli olduğu gibi, infak edilecek malın durumu, kaliteli veya kalitesiz oluşu da o kadar önemlidir. Bu âyet-i kerîme; malın kötüsünden değil, iyi, güzel ve hoşa gidenlerinden verilmesini emretmektedir. Kendimize verildiğinde hoşlanmayacağımız, tiksineceğimiz ve gözümüzü kapamadan almaya cesaret edemeyeceğimiz değersiz, âdî şeylerin Allâh’ın rızâsını umarak sadaka verilmemesini istemektedir. Buna göre eğer verilen zekât ise, malın kötüsünden vermek haram; sadaka ise kötüsünü vermek harama yakın mekruhtur.

Berâ bin Âzib -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre ensar, hasat mevsiminde hurma salkımlarından getirerek Mescid-i Nebevî’deki iki direk arasına bağlanan bir ipe asar, fakir muhâcirler de onlardan yerdi. Bazıları, oraya konan hurma hevenklerinin çokluğuna bakarak -bir beis olmayacağı düşüncesiyle- iyilerin arasına kötü hurmaları da koydular. Allah Teâlâ böyle yapanlar hakkında bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurmuştur (Vâhidî, s. 90).

Bir diğer âyet-i kerîmede iyiliğin kemâline erişebilmenin tek yolu şöyle gösterilir:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak etmedikçe, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân 3/92)

Avf bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, elinde bir asâ ile yanımıza mescide geldi. Bir adam mescide (sadaka olarak) âdî bir kuru hurma salkımı asmıştı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- asâ ile bu hurma salkımını dürttü ve şöyle buyurdu:

“Bu sadakanın sahibi dileseydi, bundan daha iyisini verebilirdi. Bu sadakanın sahibi kıyâmet günü âdî kuru hurma yiyecektir.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 17/1608)

Âişe Vâlidemiz, Allah Rasûlü’nün hoşlanmadığı bir yiyecek hakkında:

“Ey Allâh’ın Rasûlü, onu yoksullara verelim mi?” diye sormuştu. Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kendi yemediğiniz şeyleri başkalarına vermeyiniz!” buyurdular. (Ahmed, VI, 105, 123; Heysemî, III, 113; IV, 37)

Kendi âhiret ve âkıbetini düşünen kişi de infakta malının iyisinden, güzelinden vermeyi tercih etmelidir.

Çünkü Allah yolunda infak eden, sadaka veren kimse, bir çiftçiye benzer. Sahip olduğu araziden fevkalâde iyi mahsul elde edeceğine inanan çiftçi, ziraata gereken ehemmiyeti verir ve tohumun da en iyisini eker. Çünkü o, mahsulün iyi ve bol olması için tohumun ne kadar mühim olduğunu pekâlâ bilir. Aynı şekilde, tasaddukta bulunan kişi de, Allâh’a ve âhiret gününe îmânı arttıkça, uhrevî sermayesini artırmak üzere malın iyisinden bolca sadaka verir. Çünkü:

“Allah zerre miktarı zulmetmez. Yapılan tek bir iyilik de olsa, onu kat kat artırır ve yapana, katından büyük bir ecir verir.” (en-Nisâ, 4/40) Eğer kul Allâh’a yanındaki en güzel şeyi verirse Allah Teâlâ da onu en güzel şekilde mükâfâtlandırır. Nitekim âyet-i kerîmede;

“İyiliğin mükâfâtı iyilik değil midir?” (er-Rahmân, 55/60) buyurulur.

Veren, alana minnet duyacak, tevâzu içinde; «Lütfen kabul eder misiniz?» diyecek; hayırlı bir iş yaparak tezkiye olmasına ve böylece Allâh’a yaklaşmasına vesile olduğu için ona teşekkür edecektir. Muhtaçlar olmasa, kime iyilik yaparak sevap elde edebileceğiz? Nitekim Ömer bin Abdülaziz devrinde, zenginlerin, zekât verecek fakir bulamadıkları için zor durumda kaldıkları nakledilir. Zaman zaman fakirlere ulaşmasını bilemeyen bir kısım zenginlerin ve varlıklı insanların da aynı sıkıntıyı çektiklerine şahit olmuşuzdur. Kimse isteyerek fakir olmuyor, kimse de arzusu neticesinde zengin olmuyor. Bu bir taksimât-ı ilâhîdir. (bkz. ez-Zuhruf, 43/32) O hâlde zengin veya fakir olmanın hikmetleri üzerinde düşünerek, Allah Teâlâ bizi hangi hâlle imtihan ediyorsa ona uygun bir amel içinde olmamız lâzımdır.

Mü’min ne kadar Allah için dertli gönüllere derman, kanayan yaralara merhem olursa, o kadar dertlerinden sıyrılır, o kadar rûhunu özgürleştirme imkânı bulur. Sâdî Şîrâzî buyurur:

“Gönlünün dertli olmasını istemezsen, dertli gönülleri dertlerinden kurtar.”

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- buyurur:

“İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhafaza eder.”

Şunu unutmamak gerekir ki, şeytan insanın en büyük ve en açık düşmanıdır. Gafil yakaladığı zaman ona her türlü vesvese ve kötü düşünceleri pompalar. Bir an olsun onun şerrinden emin olmak doğru değildir. Bu sebeple pek çok âyet-i kerîme, bizi şeytanın düşmanlığına karşı dikkatli olmaya çağırır. Şeytan, insanı sürekli fakirlikle korkutur; «Eğer malını ona-buna harcarsan eli boş, muhtaç ve perişan kalırsın.» der. Onun gözüne, ihtiyacı olmayan şeyleri bile çok mühim ihtiyaçlarmış gibi gösterir. Kulu var gücüyle Allah yolunda infaktan engellemeye çalışır. Ona cimriliği, hasisliği, kötü ve çirkin fiilleri emreder. Malın, nefsin hevâ ve hevesini tatmin için fenâ ve çirkef yollarda harcanmasını teşvik eder. Buna mukabil Rabbimiz, kendi yolunda güzel niyetlerle infakta bulunanların bu vesileyle önceki günahlarını bağışlayacağını ve onlara bol bol mükâfat vereceğini müjdelemektedir. Şüphesiz Allah, istediğini yapabilme ve dilediğini verebilme kudretine sahiptir. Bu bakımdan kulun, gönlüne doğan düşüncenin Rahmânî mi, şeytânî mi olduğuna bakıp ona göre hareket tarzını belirleme mecburiyeti vardır. Bu hususta Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Âdemoğluna biri şeytandan diğeri melekten olmak üzere iki kanaldan tahrik gelir. Şeytandan gelen tahrik, şerre yönlendirmek ve hakkı yalanlamak istikametindedir. Melekten gelen tahrik ise hayra yönlendirmek ve hakkı tasdik etmek yönündedir. İçinde melekten gelen tahriki hisseden kişi, onun Allah’tan olduğunu bilsin ve Allâh’a hamdetsin. İçinde şeytandan gelen tahriki hisseden kimse de, şeytandan Allâh’a sığınsın.” (Tirmizî, Tefsîru sûre 2/36)