EN BÜYÜK KÂR

TÂLÎ (Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI)

Halîfe Hazret-i Sıddîk Ebûbekir devri…
Rızıkta darlığa dönmüştü imtihan nehri…
Medîne kıtlığa düşmüştü, yoktu hiç yiyecek.
Denildi: «Bir koca kervan, bugün-yarın gelecek.
Et istiyorsanız et var, bölük bölük develer,
Ve yüklerinde de buğday ve yağ getirmedeler…»

Kimindi böylesi servet demek olan kervan?
Olur mu yoksula, muhtâca el verip derman?
Sahâbi Hazret-i Osman’dı bekledikleri zât;
O merhamet ve cömertlikte aşk eri zât…
Göründü kervan uzaktan, pazârı aldı merak,
Bu külliyetli metâ hangi tüccarın olacak?
Talep ki böylesi yüksek ve arz böylesi az…
Fiyatta artışa halktan da îtirâz olmaz…
Koşuştular; ona; «Üç, dört katıyla kâr!» diyerek…
Fakat rakamları reddetti şöyle söyleyerek:
«Nedir bu verdiğiniz az, ziyâde olmalı kâr!
Verilmiyor, demeyin, fazla kâr veren biri var!»

Ticâret ehli şaşırmıştı kimdi müşterisi?
Şehirde yok bu kadar fazla kâr veren birisi!
Şikâyet ettiler, Osmân’ı, tâ Ebûbekir’e…
“Efendim, Osman’a bir dur de, istiyor habire!
Beş, altı derken efendim, verildi tam yedi kat!
Fakat yetinmiyor Osman, diyor ki; «Kat, daha kat!»
Ne teklif etseler, az geldi, her defâsında,
Kızıştırır gibi tekrarlanan söz, ağzında;
«Nedir bu, verdiğiniz az, ziyâde olmalı kâr!
Verilmiyor demeyin, fazla kâr veren biri var!»”

Tebessüm etti Ebûbekr Efendimiz, bu söze:
“Bu işte başka bir iş var, sabır gerekli size…
O düşmez öyle tamâh illetiyle ihtikâra…
Hayırda malzemedir tek, onun gözünde para…
Rasûl-i Ekrem’e dâmâd, o oldu zinnûreyn…
Onun cömertliği meşhur, bilir bütün Harameyn…
Hatırlayın onun infâkı, Rûme adlı kuyu…
O vakfedince şehir halkı buldu tatlı suyu…
Tebük’te bin deve vermişti İslâm ordusuna,
Yanında kaç kese şâhit, keremli olduğuna…
Edepte zirvedir, ahlâkı âdetâ Kur’ân!
Bununla şifreli bir cümle söylüyor, Osman…”
«Buyursanız…» dediler; «Bir buyursanız bizzat;
Görürsünüz, duruyor hepsi, başlamaz da mezat…»
Gidildi Hazret-i Osmân’a, geldi Sıddik da…
Ne görseler iyi?!. Kervan bütün tasaddukda…
Şu yanda kestirilen, boylu-poslu onca deve,
Bu yanda dağ gibi buğday ve yağ, yeter her eve…
Gelen fakir-fukarâ bî-bedel, alıp gidiyor,
Bu işte kimseye boş yok ki, hepsi, kâr ediyor…

Sonunda anladılar, kârı en ziyâde olan;
Fakir ve yoksula infâkı yeğlemiş Osman…
Yakıştı şanlı sehâvet, şerefli Osmân’a…
Çevirdi kapkara buhrânı nurlu burhâna…
Sevindi böylece yoksul, yetim Medîneliler,
Asıl önemlisi bundan sevindi Peygamber…
Tutunca dostu O’nun merhamet vasiyyetini…
Görünce Ravza’da şehrin bu hoş vaziyyetini,
Sevindi Ahmed ü Mahmûd Efendimiz bu işe;
Kuşak kuşak nice umrâna köktü işbu neşe…
Bu kökle boy veren âlemde hiç dram olamaz…
Zekâtı vermeye zengin, fakir dahî bulamaz…

Sahâbe sünneti tâkîb ederdi her işte…
Sahâbe sergiliyor, merhamet budur işte!
Öbür cihâna inancın netîcesinde kişi,
Ebed veren ile yapmaktadır alışverişi…
Cenâb-ı Hak verir en fazla kârı, en güzeli;
Naîm cenneti, fânî canın-malın bedeli…
Velev ki vermese cennet, O’nun değil mi bu mülk?
O’nun halîfesisin, merhamet dilenmede halk…
Nasıl bakar ise mahlûka Hâlık’ın nazarı…
O rahmet olmalıdır mü’minin de mîyârı…
Bu merhamet ile insan olursa halka cömert;
Olursa gönlü kırıklarla dâimâ hemdert…
Cenâb-ı Hak bereketlendirir, elindekini,
Azalmaz aksine artar, biçilse hayr ekini…
Bu ölçü Hazret-i Osmân’ı coşturan, sırdır,
Bu sırra vâkıf olanlar, olur cihâna Hızır…
Beşer kavuşmalı, Tâlî, bu şanlı merhamete!
Budur krizlere mağlûp cihân için reçete!

Vezni: mefâilün / feilâtün / mefâilün / feilün (fa’lün)