HABÎB-İ NECCAR

LEYLÎ (Şükran IŞIK)

Bir sonbahar sabahı başlamıştı yolculuk,
Görünüyor uzaktan bu dağ Habîb-i Neccar.
Diyorlar Antakya’nın yaylası Soğukoluk,
Bu dağın eteğinde çiçekler sarı açar.

Dağa çıkardı Habib, arkadan izlenirdi.
Dağın kalbine girer, orada gizlenirdi.
Allah ile baş başa mağaranın içinde,
Dağlar yemyeşil olur, güller filizlenirdi.

Havârîler bu şehre ansızın çıkageldi.
Dediler: «Rabbim bizi dostluk için gönderdi.
Biz, küfür batağını kurutmak için geldik!»
Kâfirlerin yüreği titreyerek ürperdi:

«Üstüne çökmesini istemezsen şu dağın,
Kırılmasın diyorsan ellerin ve ayağın,
Gözlerini kartallar oymasın istiyorsan;
Ey yabancı, git burdan, git sönmesin ocağın!»

Diyorlar: «Biz şunları edelim paramparça.
Atalım da zindana, sürünsünler yıllarca,
Dinimize saldıran çeksin ağır cezayı,
Ne su verin, ne ekmek, kalsınlar haftalarca!»

Şehrin öbür ucundan koşarak geldi bir genç,
Dedi ki: «Ey ahâlî boşunadır bu direnç,
Bu güzel elçilerin dosdoğrudur sözleri!»
«Sen çıldırdın!» dediler. «Ölümlerden ölüm seç!»

Melekler görüyordu bu vahşet oyununu,
Linç edildi bedeni, kopardılar boynunu.
Bu haber halk içinde dalga dalga yayıldı.
Dediler: «Kurutalım bu alçağın soyunu!»

Kâfirlerin elleri ona son dokunmuştu.
Yedi kat gökler aştı, cennet ile buluştu.
Âyet âyet işledi Yâsîn-i şerif onu,
Kolu yok, kanadı yok, bu nasıl bir uçuştu!?.

Bu mâbedin içinde Habib Neccar yatıyor,
Habib Neccâr’ın nûru şehri aydınlatıyor.
Leylî yaşlar dökerek, dinliyordu rüzgârı,
Rüzgâr kaç asır önce geçmişi anlatıyor.