EN BÜYÜK EDEBİYAT MÛCİZESİ: KUR’ÂN

Prof. Dr. Ömer ÇELİK omercelik08@hotmail.com

Her peygambere döneminde meşhur olan ilim, irfan ve terakkîye göre mûcizeler verildi:

Hazret-i Musa döneminde sihirbazlık had safhaya çıkmıştı. Ona mûcize olarak; «asâ» verildi. Yere atılınca bir anda kocaman bir ejderhâ oluyor; sihirbazların bütün sihirli değneklerini yutuveriyordu. Koynuna sokup çıkardığı eli bembeyaz oluveriyor; yüksek voltajlı bir ampul gibi parıldıyor, ışık saçıyordu.

Hazret-i İsa devrinde tıp ilmi zirveye tırmanmıştı. Her derde deva buluyor, ölümcül hastaları iyileştirmeye çalışıyorlardı. Ona da bu türden bir mûcize lutfedildi. Hazret-i İsa mübarek elini sürdüğü hastayı iyileştiriyor, çamurdan kuş yapıp canlı hâlde uçuruyor, ölüleri diriltiyordu.

Diğer peygamberlere verilen mûcizeler de böyleydi.

Nihayet âhirzaman Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zuhur etti. Devrinde, edebiyat zirvedeydi. Panayırlarda edebiyat müsabakaları düzenlenir, şiirler okunur, en güzel şiirler Kâbe duvarına asılır, orada aylarca kalırdı. Bırakalım Arapça dil üstatlarını, sıradan bir Arap bile konuştuğunda şiir gibi vezinli, kafiyeli, ağdalı konuşurdu. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’ e de en büyük mûcize olarak; «Edebiyat Şâheseri Kur’ân-ı Kerim» verildi.

Bu hususta Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Gönderilen her peygambere, insanların hidayetine vesile olacak bir mûcize muhakkak verilmiştir. Bana verilen de Allâh’ın bana vahyettiği kelâm nev’inden olan Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu sebeple kıyâmet günü ümmetimin diğer ümmetlerden sayıca çok olmasını ümit ediyorum.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 1; Müslim, Îmân, 279)

Bu sebeple Kur’ân, muhtelif yönleriyle bir mûcize olmak üzere gönderilmiş, böylece hem kendisinin Allah’tan geldiğini hem de Peygamber Efendimiz’in doğruluğunu ispat etmiştir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mûcize kelâm Kur’ân’la insanları İslâm’a davet etmiştir. Tarihî hâdiseler şahittir ki, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kuvvet ve kudretinin az olduğu, İslâm’ın güç ve topluluğunun henüz teşekkül etmediği ilk davet yıllarında, insanların îmanında rol oynayan en mühim sebep Kur’ân’ın bu mûcizevî hususiyeti olmuştur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in en azılı düşmanları arasında sayılan Velid bin Muğîre:

“Allah adaleti, ihsanı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 16/90) âyetini işittiğinde, Kur’ân’daki ilâhî esrarı sezip hakikati itiraf etmek zorunda kalmış ve şöyle demiştir:

“Vallahi, az önce Muhammed’den öyle bir kelâm dinledim ki insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! Öyle bir halâveti (tatlılığı), öyle bir talâveti (güzelliği) var ki sormayın! Öyle bir kelâm ki üstü meyveli, altı verimli ve bereketli! O muhakkak üstün gelir, ona üstün gelinemez.” (Hâkim, Müstedrek, II, 506-507/3872)

Kur’ân’ın nâzil olduğu ilk yıllarda Velid gibi edebiyatın zirvesindeki pek çok Arap, onun mûcizevî yönlerini tasdik etmiş, bunların çoğu da Müslüman olmuştur.

Allah Teâlâ, edebiyatın zirvede olduğu bir muhitte inkârcılara meydan okuyarak, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün insanlara, benzerini getirmekten âciz bırakan bir mükemmelliğe sahip olduğunu ilân etti. Onları; güzellikte, fesâhat ve belâgatte kendi sûre ve âyetlerine benzer sözler getirmeye davet etti.

Öncelikle Kur’ân’ın bütününe nazîre yapmalarını istedi:

“De ki: «Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hattâ birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir kitap meydana getiremezler.»” (İsrâ, 17/88)

“… İddialarında tutarlı iseler Kur’ân gibi bir söz getirsinler bakalım!” (Tûr, 52/34)

Müşrikler hâliyle Kur’ân’ın benzeri bir kitap getirmekten âciz kaldılar. İkinci safhada saha biraz daha daraltılıp işleri kolaylaştırılarak Kur’ân sûrelerine benzer on sûre getirmeleri talep edildi:

“Yoksa; «Kur’ân’ı kendisi uydurmuş!» mu diyorlar? De ki: «İddianızda tutarlı iseniz, haydi onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın!»” (Hûd, 11/13)

Fakat onlar, bu davete de herhangi bir mukabelede bulunamadılar. Üçüncü aşamada Kur’ân’ın bir sûresinin benzerini getirmeleri istendi:

“Yoksa; «Onu kendisi uydurmuş!» mu diyorlar? De ki: «Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın»” (Yûnus 10/38)

Müşrikler bu tehaddîye cevap veremedikleri için onun yerine; yalanlama, kışkırtma, iftira gibi saldırgan bir tavır takındılar:

“Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir.” (Müddessir, 74/24),

“Süregelen bir sihirdir.” (Kamer, 54/2),

“Bizzat kendisinin uydurduğu bir yalandır.” (Furkan, 25/4),

“Öncekilerin masallarıdır.” (Enfâl, 8/31) gibi hakikate tekabül etmeyen, ayrıca kendi kararsızlık ve tutarsızlıklarını gösteren birtakım haksız iftiralarla meşgul oldular.

Neticede; “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin! Okunurken gürültü yapın, belki galip gelirsiniz.” (Fussilet, 41/26) diyerek acziyetlerini iyice ortaya koydular.

Edebiyatta zirve bir şahsiyet olan İbnu’l-Mukaffâ’, rivayete göre, uzun bir süre, bazı meslektaşlarıyla birlikte Kur’ân’a muâraza etmek için uğraşmış. es-Suver (sûreler) ismini verdiği hezeyan-nâmesini ortaya koymaktan hayâ ettiği için o sayfaları yırtıp atmış. Bu edebiyat üstadı:

“Kâfirler boğulduktan sonra yerle göğe; «Ey yer, suyunu yut ve sen ey gök suyunu tut!» diye emir buyuruldu. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî üzerinde yerleşti ve; «Kahrolsun o zalimler!» denildi.” (Hûd, 11/44) âyet-i kerîmesine geldiğinde, kısacık âyette müşahede ettiği çarpıcı belâgat karşısında;

“Beşeriyet, onun bir benzerini getiremez!” demiş ve muârazada bulunmayı terk ederek, o âna kadar uydurduğu şeyleri yırtmıştır. (Bâkıllânî, İ‘câzü’l-Kur’ân, s. 48-49)

Kur’ân-ı Kerim son derece güzel bir üslûba sahip, ince hikmetlerle tezyin edilmiş bir kelâmdır. Hikmetli bir sözde mânâ revnaklığı ve etkileyiciliğin yanı sıra lâfzî güzellikler de ihmal edilemez. Çünkü, kelâmın bir cismi vardır ki bu onun lâfzıdır; bir de rûhu vardır ki bu da mânâsıdır. Nasıl ki, rûhu mârifetle aydınlanmış olan bir kimsenin, bedeninin de temizlik ve nezâfetle aydınlanmış olması gerekiyorsa, işte söz de böyledir. Nice hikmetli sözler vardır ki, (sadece) lâfzının tutukluğu sebebiyle gönüllere tesir edemez.

«Beyan» yani bir mânâyı en güzel bir üslûp içerisinde açıklama sanatı, aralarındaki benzerlik sebebiyle «binâ» yani yapı ve inşaat sanatı gibidir. Mühendisler yeryüzünde bulunmayan bir madde icat etmezler. Sanat eserlerini yaparken o sanatın umûmî kāidelerinin haricine de çıkmazlar. Fakat onların sanattaki maharetleri, en sağlam ve en uzun ömürlü olan, meskeni sıcak ve soğuktan en iyi koruyan malzemeyi seçmek, temeli derin ve sağlam yapmak, alanları en elverişli şekilde kullanmak, odaları, misafir salonlarını ışık ve hava yönünden elverişli olacak tarzda yerleştirmek gibi hususlarda farklılık arz eder. Bu faktörler hususunda bilgisi daha geniş olan, malzemeyi akıl ve basîretle en iyi şekilde kullanan ve kudreti daha fazla olan mühendis, sanatın zirvesinde sayılır ve diğerlerinden üstün olur. Aynen bunun gibi lisanı kullanan edipler de aynı maksadı, farklı şekil ve güzelliklerde ifade edebilirler. (Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 90)

İşte Kur’ân da insanlarla aynı dili ve aynı kelimeleri kullandığı hâlde, üslûbu insanlarınkinden tamamen farklıdır. O, bu yönüyle de büyük bir mûcizedir.

Kur’ân’ın hârikulâde üslûbunu daha iyi anlayabilmek için bir iki misal faydalı olacaktır:

Kur’ân-ı Kerim ölçülü kelimelerle ölçülü mânâlar ifade eder, ele aldığı her mevzuda lâfız-mâna dengesini fevkalâde bir mükemmellikte gerçekleştirir. Kur’ân’ın kelimeleri öyle seçilmiştir ki hiçbirinin yerini değiştirmeye imkân yoktur. Bu hususta İbn-i Atiyye şöyle demiştir:

“Kur’ân öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münasip bir kelime bulmak mümkün değildir.” (el-Muharraru’l-vecîz, I, 52)

Meselâ Kur’ân:

“Andolsun, onlara Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa, hiç şüphesiz; «Vah bize! Hakikaten biz zâlim kimselermişiz!» derler.” (Enbiyâ, 22/46) âyetinde, azabın dehşetini göstermek için onun en hafifinin dahî, zâlimlere nasıl bir şiddetle tesir ettiği anlatılmaktadır. Cümlenin bütün unsurları dokunan azabın ne kadar az olduğunu ifadeye hizmet etmekte ve ona kuvvet vermektedir:

« «لَئِنْlâfzı, teşkîk bildirir. Şek ise azlık ifade eder.

«مَسَّ» lâfzı, azıcık dokunmaktır, yine azlığı ifade eder.

«نَفْحَةٌ» lâfzı, «bir kokucuk» demek olup azlığı ifade eder. Aynı zamanda bu kelime masdar binâ-yı merre olduğu için «bir»e delalet eder ve biricik demektir. Bununla birlikte nekre olup tenvin alması da azlık ifade etmek içindir.

«مِنْ» lâfzı, teb’îziyedir ve bir parça demektir. Dolayısıyla bu da azlık ifadesidir.

«عَذَاب» lâfzı; nekâl ve ikāba nisbetle hafif bir ceza nev’idir ki o da azlığı anlatmaktadır.

«رَبِّكَ» lâfzı; Kahhâr, Cebbâr, Müntakim esmâsına nazaran şefkati ihsas etmekle yine azlığa işaret eder. İşte, bu derece az bir azap bile böyle tesirli ise, Allâh’ın ikābı, nekâli ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz, denilmek istenmektedir.

Cennet ehlinin refah ve sürurunu tasvir eden şu âyetler ise cennet ırmaklarının tatlı tatlı akışı, Selsebîl suyunun içimi gibi hoş ve yumuşaktır:

“Ama yüzler vardır, o gün mutludurlar, emeklerinin neticesini aldıkları için gayet memnundurlar. Pek üstün ve pek mûteber bir cennettedirler. Orada hiç boş söz işitmezler. Orada akan berrak pınarlar, üstün, kıymetli tahtlar, hazırlanmış kadehler, dizilmiş koltuklar, yastıklar, yayılmış halılar ve döşemeler vardır.” (Gāşiye, 88/8-16)

Bu âyetleri okuyan bir kimse, kelimelerin yumuşak, tatlı, mûnis ve sıcacık mûsıkîsi arasında kendini başka bir ortam ve atmosferde buluverir. Dünyada vazifesini yapmış olmanın verdiği rahat ve huzur içerisinde, kendini güzel halı ve döşemelerle tefriş edilmiş sâkin ve müreffeh bir mekânda müzeyyen tahtlar üzerinde hisseder ve şırıl şırıl akan cennet nehirlerinin tatlı nağmelerini duyar gibi olur.

Îmansızlık bunalımının insan şahsiyetinde oluşturduğu çıkmazları ve boğulmaları tasvir eden şu âyet-i kerîme de bu mevzua güzel bir misaldir:

“Hâsılı Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü sanki o kişi gökte yükseliyormuşçasına dar ve tıkanık yapar. İşte Allah böylece, îmana gelmeyenlere rüsvâlık verir.” (En’âm, 6/125)

Allah Teâlâ bu âyette, hususiyle «يَصَّعَّدُ»kelimesiyle, teneffüs ettiği hava gittikçe azalan, bu sebeple de ciğerleri giderek sıkışan bir kimsenin, içinde bulunduğu derin yokluk ve helâk olma hissinden ötürü, tabiî bir refleksle ağız hareketlerini, karaya vurmuş bir balığın o trajik ağız hareketlerini tasvir ederek hissettirmektedir. Îmansızlık buhrânı içindeki kimsenin hâli de böyledir. Küfür karanlığına mahkûm olan kimse, işte aynen atmosferde yükseldikçe ciğerleri daralan bir kimse gibi, inançsızlık tabakaları arasında metafizik hafakanlar, rûhî boğulmalar ve ölümler içinde kasılmış bir silûet gibi asılı durmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ses ve âhenginde, mehâric-i huruf ve tecvîdinde de aynı mûcizevî güzellik hâkimdir. Kur’ân-ı Kerim, îmana yalnız ifade değil, aynı zamanda sadâ vermiş, hem de derin bir ses ve yüce bir mûsıkî lutfetmiş, lâhutî bir lisanla terennüm etmiştir. Muhammed Hamîdullah’ın anlattığı şu hâdise de, Kur’ân’ın üslûbundaki, insanı tesir altına alan ses âhengine güzel bir misaldir:

Fransız mûsıkîşinas Abdullah Gilles Gilbert İstanbul’a gelmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvet edildiği bazı toplantılara katılmıştı. Kendisine bu okunan şeyin bir nazım (şiir) parçası değil de bir nesir olduğu açıklandığında büsbütün heyecanlanıp tesiri altında kalmış ve kısa bir zaman sonra da İslâm ile müşerref olmuştu. Merhûmun bana sonradan bizzat açıkladığına göre;

“Dünyanın bütün dillerinde nazım eserlerinde ritim mevcut olmakla birlikte, bunların hiçbirinin nesir parçalarında ritim görülmemektedir. Kur’ân-ı Kerim bunun bir istisnâsını teşkil eder. Öyle ki Kur’ân-ı Kerim okunurken, herhangi bir âyette geçen sadece tek bir kelime değil, tek bir harf bile atlanacak olsa, bu dinleyenin kulağını tırmalamakta ve şiir okunurken mısralardaki duraklama ve aralıklara riâyet etmeme gibi bir ses bozukluğu ortaya çıkarmaktadır.”

Onun bu îzah ve açıklamasını tam anlamamakla birlikte, takdir edip değerlendirmiştim. Kendisi bir başka gün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki çalışma odamda beni ziyarete geldi. Pek sinirli ve rûhen üzgün bir hâldeydi:

“–Öyle zannediyorum ki İslâm ile müşerref olan atalarımız, Kur’ân-ı Kerîm’in bazı kısımlarını atlamış (kaybetmiş) bulunuyorlar” dedi.

“–Böyle bir şey nasıl olur?” diye sormam üzerine o, durumu şöyle açıkladı:

“–Kur’ân’ın 110. sûresinin 2. âyetini şöyle okuyorlar: «Yedhulûne fî dînillahi efvâcâ.» Böyle bir okuma mûsıkî açısından imkânsız! (Böyle bir okumaya göre) bu Allâh’ın sözü olamaz!”

Ben durumu idrak edip şöyle bir îzahta bulundum:

“–Bu âyet aslında öyle değil de; «Yedhulûne fî dînillahi efvâcen fe-sebbih» şeklinde okunmalıdır. Efvâcâ kelimesi üzerinde bir duraklama yapılmamalıdır; bilâkis devam edilip fe-sebbih kelimesine geçilmelidir…”

Gilbert büsbütün hayret ve şaşkınlık içinde kaldı:

“–Yâ!.. Hakîkaten böyle mi?!. Gerçekten senin okuduğun gibi ise işte şimdi tamam oldu; şimdi îmanımı tazelemeliyim, Allah beni affetsin!..” dedi. (Hamîdullah, Muhammed, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, İstanbul 1993, s. 94-95)

Bu Fransız mûsıkîşinas Kur’ân’ın başından sonuna kadar sadece bu son kısımda bir yere takılmış, oradaki doğru okuyuşu öğrenince Kur’ân’ın baştan sona kusursuz bir ses âhengine sahip olduğuna şahitlik etmiştir. Bu muhteşem âhenk, farkında olarak veya olmayarak insanları büyüleyip tesiri altına almaktadır.