ÇANAKKALE RÛHU İLE DONANMAK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Bir destandır Çanakkale; sadakat, vatan sevgisi, din gayreti, azim, fedakârlık, kahramanlık, ferâgat… gibi yüksek faziletlerin, er meydanında demir ve çeliğe galebe çaldığı bir destan. Bu faziletlerin tecessüm ettiği bir milletin, harîm-i ismetine uzanan nâ-mahrem ellere karşı şahlanarak, her türlü imkânsızlık içinde, sabırla takatinin son haddine kadar direndiği bir destan… Boğup canını almak, mirasını paylaşmak ihtirasıyla boğazına saldırdıkları, kendi tabirleriyle «Hasta Adam»ın, «Çanakkale geçilmez!» diyerek kükreyip, aşk ettiği «Osmanlı tokadı» ile sömürgecileri yere sermesinin bir destanı.

Bu destanı bi-hakkın tasvir etmeye bir dilin kelimeleri, mefhumları kâfî gelmez; âciz kalır. Çanakkale şehidleri için yazılmış en güzel destan, merhum îman şairi Mehmed Âkif’in «Çanakkale Şehidlerine» isimli şiiridir. Şair bu şiirini, Almanya ve Necid seyahatlerinde bulunduğu için, Çanakkale Savaşı’nı görmeden yazmıştır. Ancak şairin bu şiirdeki tasvir ve ifade kudretinin mükemmeliyeti, gurbette olmasına rağmen, vatan aşkının muktezâsınca, bütün rûhuyla savaş sahasında, Mehmetçiklerle beraber bulunduğunun bir nişânesidir.

Korkunç ve vahşî düşman taarruzuna karşı, îman dolu göğsünü siper eden Mehmetçiğin şehâdetini ve ulviyetini, kâbına varılamaz bir hissiyat yoğunluğuyla terennüm eder. Ona; «Gök kubbe»nin altında ne ikram edilse az bulan şairin hassas gönlü, ancak şu vaatle tatmin olur:

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Çanakkale’ye vâkî olan korkunç taarruzu durdurmak için ülkenin her köşesinden, her meslekten, her yaştan ve her sınıftan insan seferber olmuştur; lise ve üniversite talebesi, işçisi, köylüsü, doktoru, mühendisi, hocası, fikir adamı… Trablus’tan Filistin’e; Bosna’dan Azerbaycan’a kadar İslâm coğrafyasından bu kıyama gönüllü katılanlar olmuştur. Hattâ bir vefa örneği olarak, Osmanlılık şuuruna sahip gayrimüslim vatandaşların da bu fazilet mücadelesinde yer aldıkları bilinmektedir.

3 Kasım 1914’te başlayıp deniz ve kara muharebeleri hâlinde 14 ay süren Çanakkale müdafaasındaki akıl almaz harp sahnelerini, merhum Mehmed Âkif şiirinde şöyle tasvir ediyor:

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkāz-ı beşer.

Bu dâsitânî mücadelede; bütünleşip, bir îman âbidesi hâlinde galeyana gelen aziz millet; canını dişine takıp, teknolojinin en güçlü silâhları ve en seçme birlikleriyle üzerine çullanan sömürgecileri ters-yüz etmiş; «Çanakkale geçilmez!» dedirtmiştir.

Önceki yıllarda basında yer alan bir habere göre; ülkemize gelen bir Japon heyeti, kendilerinin, yeni yetişen nesillere Hiroşima fâciasını hatırlatarak millî şuur kazandırdıklarını ve yönlendirdiklerini; Türkiye için de bu misalin Çanakkale olabileceğini belirtmişti. Gerçekten de; insanların vatan sevgisi ve din gayreti etrafında pervane oldukları bir destan olan Çanakkale, nesillerimizi yeni bir ruhla diriltecek kıratta bir faziletler meşheridir.

Geçen yılki Çanakkale Zaferi kutlamaları muvâcehesinde, bir okulda yapılan program dolayısıyla bazı basın organlarında; «Olmadı Müdür Bey!» manşeti ile şöyle bir haber yer almıştı:

“Çanakkale’yi anma dolayısıyla ilköğretim okulunda yapılan ve savaşların canlandırıldığı piyeste, ezan okunup, namaz da kılındı. Piyesten sonra programda olan öğrencilerin dans gösterisi ise, müstehcen kıyafetli oldukları gerekçesiyle okul müdürü tarafından iptal edildi. Müdürün şaşırtan bu kararı velilerin tepkisini çekti.”

“Çocuklarımız bu kafaya mı emanet?” şeklindeki okuyucu yorumlarıyla verilen haber, müdür hakkında soruşturma açılması ümidini de ihtivâ ediyordu. Yine bu çevrelerce, zaman zaman Çanakkale gezi rehberlerinin, bu mevzu ile ilgili hazırlanan televizyon programlarının ve filmlerin, sokuşturulan hurâfelerle gerçekleri kararttıkları iddiası gündeme getiriliyor.

Dünyevî (seküler) kültürden beslenen bir zihniyetle, her hâdisede olduğu gibi, Çanakkale’ye de bu açıdan bakılıyor. Hâlbuki; ezansız, namazsız bir Çanakkale düşünülebilir mi? O «mahşer»i yaşayanlar, müstehcen kıyafetli dans gösterileri seyrederek mi; yoksa günde bir-iki öğün üzüm hoşafı ile kanaat ederek mi o büyük destanı yazmışlardı? Çanakkale’yi kazanan ruh; sahip olmamız gereken, yeni Çanakkaleleri kazanabilmek için de muhtaç olduğumuz, faziletlerle tezyin edilmiş bir ruhtur.

Çanakkale rûhunu çok güzel ifade eden meşhur bir fotoğraf vardır; saf bakışlı, üzerlerindeki kıyafetleri lîme lîme olmuş, bir keşif uçağının önünde yan yana duran iki Mehmetçiğe ait… Merhum Mehmed Âkif’in deyişiyle; «göğsündeki kat kat îman»dan başka bir şeyleri olmayan, iki Anadolu çocuğu…

Bu muharebelerle ilgili olarak, Müttefik Orduları Başkomutanı General Hamilton şunları söylüyor:

“… Evet, insan rûhunu yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu, bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan Cenâb-ı Allah’larından ayırmak için başka ne yapılabilir!..” Osmanlı ordusunda bulunan Mareşal Liman von Sanders de şu tespiti yapıyor:

“… Bu insanların kalplerinde sadece ve sadece ulvî bir vatan sevgisi vardır. Ölüme onlar kadar gülümseyerek giden bir millet ferdi daha görmedim.” O sırada İngiliz Harbiye Nâzırı olan Churchill de, mağlûbiyet sonrası muhakeme edilirken, kendisini şöyle müdafaa ediyor:

“Anlamıyor musunuz; biz Çanakkale’de Türklerle değil, Allah ile harb ettik… Tabiî ki yenildik…”

Çanakkale; dünyevî (seküler) bakış açısıyla anlaşılamaz, îzah da edilemez. Allah Teâlâ;

“Siz Allâh’ın dinine (onu muhlisler olarak yaşayarak ve başkalarına da ileterek) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.” (Muhammed, 7) buyuruyor.

Gerek cephe gerisinde bulunanlar, gerekse cephede harp edenler; her birisi emsalsiz destanların kahramanları olarak, tarihe faziletlerle süslü altın sayfalar eklemişlerdir.

Rabbine sığınıp, insanüstü bir gayretle 275 okkalık mermileri topa sürüp ateşleyerek, düşman zırhlısını batıran, mükâfat olarak da sadece ekmeğe râzı olan Havranlı Seyid Onbaşı;

Şehâdeti ânında;

“es-Selâmü aleyke yâ Rasûlâllah!” diyerek tâzimle ayağa kalkan Yarbay Hasan Bey…

“Yetiş yâ Rasûlâllah! Kitâbın elden gidiyor!” diye haykırarak, askerlerinin önünde koşturan Binbaşı Lütfi Bey…

“Vatana kurban olsun!” diye, oğlu Hasan’ın başına kına yakarak gönderen fedakâr anne…

“Ben şehid olacağım; ekmeğimi savaşacak başkası yesin!” diyerek, hakkından feragat eden kahraman asker…

Binlerce düşman askerini altmış üç kişilik gönüllü maiyetiyle, son nefeslerini verinceye kadar bütün gün Ertuğrul Koyu’nda tutan Ezineli Yahya Çavuş…

Açık hedef teşkil etmelerine rağmen, toplu olarak Ramazan bayram namazını kılmaktan imtinâ etmeyen ve ânîden yetişen sis içerisinde tekbirlerle, tehlillerle heyecan içerisinde ibadetlerini edâ eden 9. tümen askerleri…

İmkânsız şartlarda döşediği 26 mayınla, «olmaz» denilen işi başarıp, düşman hücumunun seyrini değiştiren Nusret Mayın Gemisi ve onun kalp hastası olduğu hâlde vazifeyi bırakamayıp şehid olan komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey…

Çanakkale’ye giden ve bir daha dönmeyen kocalarını, nişanlılarını ömür boyu bekleyen ve hattâ söz verdiği için evinden bir daha çıkmayan, tertemiz sevdalarını kalplerine gömen kadınlar, genç kızlar…

Hangi biri, tamı tamına tasvir ve tahlil edilebilir?

Mâzî, bir milletin hâfızasıdır. Mâzîsi olmayanın istikbâli de olmaz. Ne yazık ki, ecdadımızın yüz akı olan Çanakkale destanı, uzunca bir zaman lâyıkı veçhile terennüm edilememiştir.

Fevkalâde bakımlı yabancı mezarlıklarının yanında, dikenlikler içinde kaybolmuş, bakımsız şehitliklerimiz uzun yıllar milletimizi dilhûn etmiştir.

Mecidiye Tabyası’nın devleşen kahramanı Seyid Onbaşı, köyünde fakir bir oduncu olarak hayatını tamamlamıştır.

Müttefik donanmasının belini kıran Nusret mayın gemisi, sonraları çeşitli firmaların elinde yük gemisi olarak kullanılmış, sonunda da Mersin Limanı’nda batmıştır. Neyse ki; bilâhare kadirşinas bir ilçe belediyesi tarafından çıkarılarak, müze hâlinde tanzim edilmiştir. W. Churchill; başkalarının elinde olsa, belki altınla kaplanıp müzeye konulacak olan bu gemi için şunları söylüyor:

“Birinci Cihan Harbi’nde binlerce savaş gemisi, çeşitli denizlerde harekât yapmaktaydı. Fakat bunlardan hiçbiri, Nusret’in döktüğü mayınlar kadar, savaşın devamına ve düşmanın geleceğine etkili olabilecek bir başarı gösterememiştir.”3

Böylesine ulvî faziletlerle yüklü bir destanın, hâlâ şânına lâyık bir filmi çekilememiştir. Başka milletlerin tarihleriyle ilgili, bu minvaldeki çalışmalarına bakılınca akla gelir ki, bunun gibi aziz bir hâtıraya sâhip olsalardı, kim bilir kaç tane film çıkarıp dünyaya seyrettirirlerdi. Muharebelerde 250 bin ve bilâhire, buna bağlı sebeplerle hayatını kaybedenlerle beraber toplam 400 bin civarında vatan evlâdı şehâdet şerbetini içtiler; «Bir gül bahçesine girercesine» kara toprağa girip, kardeşçe koyun koyuna yattılar. Ne acıdır ki; onların nesli ise bu kardeşliği devam ettiremeyip, sokulan fitnelerle bölük-pörçük hâle geldiler.

Son yıllarda, ecdâda vefanın bir nişânesi olarak, Çanakkale için güzel gelişmelere şahit olunuyor. Şehitlikler düzenlenip, bakımlı hâle getiriliyor. Harp sahasında, muharebelerin tasvirine yönelik çevre düzenlemeleri yapılıyor. Ülkenin dört bir köşesinden insanlar, akın akın bölgeyi ziyarete geliyorlar. Çeşitli kuruluşlar ve şahıslar tarafından, Çanakkale ile ilgili yayınlar ve kültürel faaliyetler hazırlanıyor. Bugünün netâmeli dünyasında ülkemizin en büyük ihtiyacı; millî birlik ve beraberlik içerisinde kenetlenmiş, fazilet timsâli nesillere sahip olmaktır. Bu cümleden olarak; Çanakkale’yi anlamak için, aziz şehidlerimizin hâtırası için ne yapılsa sezâdır.

1 Mehmed NİYAZİ, Çanakkale Mahşeri, Ötüken Yay.,
İst. 2004, sh. 7.
2 Altınoluk Prodüksiyon, Çanakkale Zaferi, s. 3.
3 M. İhsan GENÇCAN, Çanakkale Savaşları ve Menkıbeler,
İst. 2004, s. 22.
4 O. Şaik GÖKYAY’ın; «Bu Vatan Kimin?» şiirinden bir mısra.