BENİ HANGİ YER ÜSTÜNDE TAŞIR?!.

Handenur YÜKSEL

İslâm fıkhını en parlak ve en olgun devrinde en mükemmel bir sûrette temsil eden İmam Şâfiî, Filistin’in Gazze bölgesinde doğdu. (h. 150) Fakir bir ailenin çocuğuydu. On yaşlarında iken Mekke’ye yerleşip ilim öğrenmeye başladı. Babasını küçük yaşta kaybeden Şâfiî, Kur’ân’ı kısa sürede ezberledikten sonra, Hazret-i Peygamber’in hadîslerini ezberlemeye koyuldu. Muhaddisleri dinler, işittiklerini bir defada ezberlerdi. Bir müddet Yemen’de memuriyet yaptıktan sonra, 34 yaşında Bağdat’a geldi. Daha sonra yeniden Mekke’ye dönen Şâfiî, Harem-i Şerif’te dersler verdi. Orada on yıla yakın kaldıktan sonra Bağdat’a geldi. Usûl-i fıkıh ilminin esasını kurmuş olan Risale adlı eserini burada telif etti. Hayatının son yıllarını Mısır’da geçirdi. Hicrî 204 yılında 54 yaşında iken hayata gözlerini kapadı. Nur içinde yatsın…

***

Rasûlullâh’ın sünnetlerinin hepsini ilmiyle ihâta ettiği kanaatinde değildi. Arkadaşlarını ve talebelerini hadis öğrenmeye teşvik ederdi. Onun takrir ettiklerine muhalif, sahih bir rivayet bulurlarsa, kendisinin görüşünü reddedip, hadîsi almalarını söylerdi.

Bir defasında İmam Şâfiî’ye bir adam bir mesele sordu. İmam şu cevabı verdi:

“–Hazreti Peygamber’in bu hususta şu şekilde buyurduğu rivayet olunuyor.”

Adam ona tekrar sordu:

“–Ey Ebû Abdullah, sen de buna mı kāilsin?”

Şâfiî titredi, rengi sarardı, hâli değişti. Şunu söyledi:

“–Rasûlullah’tan bir hadis rivayet olunur da ben, evet öyledir, canım ve başım üstüne, demezsem, beni hangi yer üstünde taşır, hangi gök altında barındırır?!”

İhlâsın bir nev’i vardır ki, Allah Teâlâ onu seçkin kullarına bahşeder, onlar da insanlara rehber ve örnek olurlar. İmam Şâfiî işte onlardan biridir. (İmam Şâfiî, Muhammed Ebû Zehrâ, Ankara 1969, s. 39)

PADİŞAHIN İZNİ GEREK!

  1. asrın mümtaz şahsiyetlerinden edip, şair, vezir ve büyükelçi Sadullah Paşa, babasının valiliği sırasında 1838’de Erzurum’da doğdu. İyi bir tahsil ve terbiye gördü. Sultan Abdülaziz döneminde Zât-ı Şâhâne’ye tercümanlık ve Temyiz Mahkemesi Reisliği yaptı. Sultan Murad devrinde Mâbeyn Başkâtipliğine (1876) getirildi. Sultan Abdülhamid’in cülûsundan sonra önemli bir görev ile Filibe’ye gönderilen paşa, daha sonra Berlin’e büyükelçi tayin edildi. Oradaki başarılı çalışmalarından dolayı vezirlik rütbesiyle ödüllendirildi. 1883’te Viyana büyükelçiliğine getirilen paşa, 18 Ocak 1891’de orada vefat etti. Na‘şı, İstanbul’a getirilerek Dîvanyolu’ndaki Sultan II. Mahmud türbesi hazîresine defnedildi. Sadullah Paşa, devlet adamlığı yanında edebiyatla da uğraştı. Batı dillerinden yaptığı tercümelerin en meşhuru; «Göl» adlı eseridir.

***

Viyana Büyükelçiliğinde Sadullah Paşa’nın maiyetinde bulunan ortanca oğlu Nusret Bey, babasını her zaman olduğu gibi vatan ve aile hasreti içinde görünce, kendisine şöyle dedi:

“Efendim, mademki vatanınıza ve ailenize bu kadar derin bir hasret duyuyorsunuz ve bu kadar derin bir ıstırap içindesiniz; izin almadan İstanbul’a gitseniz, size bir şey yapacaklarını zannetmiyorum.”

Sadullah Paşa, oğlunun bu sözü üzerine şu cevabı verdi:

“Biliyorum oğlum, hiçbir şey yapmayacaklarından eminim. Lâkin izinsiz dönmeyi, ancak sizler, yani gençler düşünebilirsiniz. Bizler için bu mümkün değildir. Bizim terbiyemizi görenler için buna ihtimal yoktur. Padişahın izni olmadan hiçbir şey yapılamaz, velev ki bu en masum bir hareket bile olsa!” ( Münevver AYAŞLI, «İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim», İstanbul 1973, s. 23-24)

İNGİLTERE HARİTASI!

Servet-i Fünun’un ateşli şairlerinden olan Süleyman Nazif, 1870’te Diyarbakır’da doğdu. Meşrutiyetten sonra Basra, Kastamonu, Trabzon, Musul ve Bağdat valiliklerinde bulundu. Harb-i Umumî yıllarında İstanbul’a yerleşen Nazif; «Halk», «İleri» ve «Hâdisat» gazetelerinde makaleler yazdı, yazılarında sert çıkışlarıyla dikkat çekiyordu. 23 Kasım 1918’de, İstanbul’un işgalini kınamak üzere Hâdisat gazetesinde yayınlanan «Kara Bir Gün» adlı unutulmaz makalesi üzerine Fransız İşgal Kuvvetleri Komutanı tarafından ölüme mahkûm edildi, fakat araya girenlerin gayretleriyle bundan vazgeçildi. 23 Ocak 1920 günü Pierre Loti’yi anma toplantısında yaptığı konuşması sonucu İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edildi. 1922 başlarında İstanbul’a dönen Nazif, yazı hayatına yeniden başladı.

Bu keskin kalemli şair, zatürreeye yakalanarak 4 Ocak 1927’de İstanbul’da vefat etti.

***

Münasebetsizin biri Süleyman Nazif’e, Kur’ân’ı tercüme ettiğini, bu tercümeye yorumlar da kattığını belirttikten sonra şöyle ekledi:

“–Bu mükemmel çalışmamın sonunu getirmeden ölürsem, diye aklım çıkıyor.”

Adamın bu kibir dolu sözlerine Süleyman Nazif şu alaycı cümleyle karşılık verdi:

“–Üstad, ben de Allah esirgesin, ölmez de tercümeyi tamamlarsınız diye korkuyorum!”

***

Sivri dilli şair, İngilizleri hiç sevmezdi. Katıldığı toplantıda bir kadından söz edildi. Bu kadın, kimin adını ayakkabısının altına yazıyorsa, o kişinin başı belâya giriyor, diyerek türlü espriler yapıldı. Sözün bir yerinde Süleyman Nazif heyecanla ortaya atıldı.

“Aman ne güzel, o hâlde şu kadının ayakkabısının altına bir İngiltere haritası çizelim!”

HUZURSUZ BİR DÜNYADAYIZ!

Şair, romancı, hikâyeci ve edebiyat tarihçisi Ahmet Hamdi TANPINAR, 1901’de İstanbul’da doğdu. 1923 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirdi. Liselerde ve yüksek okullarda çeşitli dersler verdi. 1939 yılında İstanbul Üniversitesinde Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne atandı. 1942-1946 yılları arasında Maraş Milletvekili olarak görev yapan Tanpınar, 1949’da Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki görevine döndü. Ünlü edebiyat adamının en tanınmış eseri; «Beş Şehir»dir. «Huzur» ve «Saatleri Ayarlama Enstitüsü» en beğenilen romanlarıdır. «Bursa’da Zaman» adlı şiiri ise cumhuriyet döneminin en güçlü şiirleri arasında yer alır. Ünlü edebiyat adamımız Tanpınar, 24 Ocak 1962’de İstanbul’da vefat etti.

***

Gazetecinin biri, ünlü romancı Ahmet Hamdi TANPINAR’a tanınmış romanı «Huzur»a neden böyle bir isim verdiğini sorunca, kendisine şöyle cevap verdi:

“Huzursuz bir dünyada yaşıyoruz, insan kendisi ile barışık değil. Bu yeni insan karşısında yeniden düşünmeye mecburuz. İçinde bulunduğumuz çağda her şeyden şüphe ediyoruz ve arkamızda Allâh’ın kudretini eskisi kadar güçlü hissetmiyoruz! Hulâsa huzursuzuz, onun için!”