Suya Yazılan HÂTIRALAR

Özlem DOĞAN

doganozlem79@hotmail.com

Akşamın kızıllığı çökmüştü ufka… Dedesinden kalma eski ahşap evinin penceresinden bir müddet güneşin batışını seyretti… «Zaman ne çabuk geçiyor.» diye düşündü… Geçen hangi zamandı acaba?! Bir ömür mü?! Yoksa yapayalnız geçen bir gün daha mı?!

Penceresinin önündeki çiçeklerine baktı. Üç saksı menekşe. Mor olan eşi, pembe olan kızı, beyaz olan oğluydu. Onlara hep bu saatlerde su verirdi. Çünkü akşamın elleri sardı mı yalnızları, gönüllerde yangın başlardı. Zor bir imtihan veren talebe misali söze nasıl başlaması gerektiğini bilememenin iki büklümlüğüyle;

“Yarın bir yolculuğa çıkıyorum.Kısa… İnanın şu geçen ömrümden daha kısa sürecek. Adaya gideceğim. Çocukken geçirdiğim mutlu günlerimi yâd etmeye. Kapımı artık sadece hâtıralarım çalıyorken, onları adada karşılamak istiyorum.” dedi. Menekşeleriyle konuşurken plâktaki şarkı bir gün sürecek ayrılıklarının acısını daha da perçinliyordu;

Menekşe gözlerde hiç vefa yokmuş,
Yalanmış hepsi de, hiç safa yokmuş…

Menekşe gözlerde vefa yoktu demek. Ama onun penceresinde her sabah kendisini bekleyen menekşelerinde vefa vardı. Onu ömrünün şu son döneminde yalnız bırakmayan can yoldaşları, menekşeler ve her gün tükenmekte olan bir mumun aleviyle etrafa gölgeler saçan hâtıraları…

Tavandaki eski kristal avize taşlarından süzülen ışıklar, aynalı konsolun üzerinde duran gümüş çerçeveli resimlere yansıyordu. Resimlik camının üzerini ince bir toz kaplamıştı. Nakışlı ipek mendiliyle mâzînin ince tülünü kaldırdı aradan…

Bu solmuş, sararmış resimde sevgili anne ve babası mutluluklarını çocuklarına hâtıra olarak bırakmışlardı.

“Ah ne olurdu beni de yanınızda götürseydiniz giderken…”

Ahşap ve yaşlı evin her köşesinde validesinin su gibi berrak sesini duyuyordu bazı sabahlar. Heyecanla uyanıyor ve bir umut; «Acaba annem bahçede kahvaltı sofrasına mı çağırıyor beni?” diyerek yorgun bedenine ilkbahar suyu yürümüş gibi canlanıp, tahta gıcırtıları arasında merdivenlerden aşağıya iniyordu. Ama… Bahçede yıllardır kullanılmayan masanın başında bir kaç kediden başka bir şey olmadığını görünce, eşiğe oturup o eski kahvaltı masasının etrafını saran ailesini düşünüp iç geçiriyordu…

Yorgun kalbi bazen bu özlemi kaldırmadığı için sarsıcı bir ağrı hissederdi çok derinlerinde. Belki de bu acıyla son nefesini vermek tek tesellisi olacaktı bu yorgun adamın.

Resmi yerine bırakırken akşam ezanı okundu. Abdest alıp namazını kıldıktan sonra, evin güneyine bakan balkonuna çıktı. Tam sandalyeye oturmuştu ki yerinden ağır ağır kalkarak dizlerindeki ağrılara rağmen aşağıya inip mutfağa girdi. Tezgâhın üzerindeki bakır cezveye iki fincan su, şeker ve kahve koyup kısık ateşte pişirerek, titreyen elleriyle dökmeden fincanlara paylaştırdı.

Gümüş işlemeli tepsideki kahveleri alarak merdivenlerden yukarı çıktı. Ahlaya ahlaya, tepsiyi balkondaki masanın üzerine bırakıp tekrar odaya giderek pencerenin önünde duran mor menekşeyi aldı eline.

“Gel bakalım… Seninle şöyle karşılıklı bol köpüklü bir kahve içelim…”

Bu arada pikaba yeni bir plâk koymayı da ihmal etmedi…

Taş plâktaki cızırtılı sesten salona eski bir şarkı yayılıyordu;

Şimdi uzaklardasın, gönül hicranla doldu,
«Hiç ayrılamam!» derken kavuşmak hayal oldu.
Sevda bahçelerinin çiçekleri hep soldu,
«Hiç ayrılamam!» derken kavuşmak hayal oldu.

Masada kahvesinden yudumlarken acı bir gülümseme yayıldı dudaklarına… Mor menekşesi karşısında, karşılıklı kahve içiyorlardı…

«Hiç ayrılamam!» derken kavuşmak hayal olmuştu gerçekten… Şimdi karşısında bir çiçekle yârenlik ediyordu…

Denize baktı… Yakamozlar gözünden süzülen yaşlara şahitlik edercesine parıldıyorlardı…

Gençken kendisine şiir ilham eden Boğaziçi ve yakamozlar, şimdi kimsesizliğini hatırlatıp onu kederden kedere mevcelendiriyorlardı…

Yıllar önce geçirdikleri kazada, henüz evliliklerinin baharında çocukluğundan beri meftun olduğu eşini kaybetmişti. Kaderin cilvesi, ona hiçbir şey olmamıştı. Ardından bir kaç sene arayla sevgili annesini ve babasını da kendi elleriyle toprağın bağrına yerleştirdi. En sevdiği insanlar birer birer terk etmişti onu. Çok genç yaşta dul kalmasına rağmen bir daha evlenmeyi asla düşünmedi. Çünkü o çok sevdiği aziz insanları bir kere daha öldürmek gibi geliyordu bu eve başka sesler ve hayatlar getirmek. Artık onlardan kalan hayallerle yaşamaya alışmayı öğrenecekti. Tıpkı onlarsız nefes almayı öğrendiği gibi…

Kahvesi gibi plâk da bitmiş, boşa döndüğü için tıkırdama sesi çıkarıyordu…

Kalkıp gecenin içindeki tüm sesleri sona erdirdi. Okunan yatsı ezanı, içindeki üzüntüleri nurdan bir sabun gibi yıkayıp paklamıştı. Namazını kılıp yatağına uzandı. Aklının içindekileri de susturabilirse derin bir uykuya teslim edecekti yorgun rûhunu…

Sabah namazı için aldığı abdestin arkasından, senelerin buruşturduğu titrek elleriyle ahşap evin oymalı kapısını çekip, mahallenin köşesindeki camiye gitti. Cemaatle mümkün olduğu kadar çok zaman geçirmek istiyordu. Hattâ içlerinden biriyle arkadaş olup kısaca yalnızlığından bahsetmişti. Çünkü muhtemelen öldüğünde cenazesini bu cemaat kaldıracaktı. Tabiî yokluğunu fark eden birileri evine kendisini kontrole gelirse…

Namazını edâ ettikten sonra camiden çıkıp iskeleye doğru yürüdü.

«Bugün yorucu bir gün olacak» diye düşünüyordu. Adaya gidecekti…

“Hattâ kahvaltımı da orada yaparım. İlk vapura yetişeyim bari…”

Güneş; nâzenin bir gelin gibi yüzünü göstermiş, yolcuları selâmlıyordu. Geminin güvertesinde boş bir banka oturdu…

Yolcularını alan gemi yavaş yavaş suları yararak hareket ederken, birden içinden el sallamak geçti geride kalanlara. Kimbilir! Belki de bu yaptığı son seyahatiydi.

Ailesiyle adaya pikniğe giderken söyledikleri şarkı geldi aklına;

Ne çok sevmiştim seni, ne çok hatırlar mısın?
Âşiyan yollarından ses versem duyar mısın?
Hâlâ beni düşünür ve hâlâ ağlar mısın?
Bir bahar seli gibi yolumdan akıp geçtin,
Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin…

Babacığı o güzel sesiyle birlikte martılara simit atarken bu şarkıyı fısıldardı adaya doğru esen rüzgârların kulaklarına… Ya şimdi… Boş bir uğultuydu artık imbat… Poyraz… Lodos…

Martılar birer birer denize dalıp kısmetlerini çıkarıyorlardı. Bu bazen bir kaya balığı oluyordu, bazen de istavrit… Denizde balık kovalamaya üşenen diğer martılar da yolcuların attığı simitlerle idare ediyorlardı.

Ayağa kalkıp geminin demirlerine dayandı. Denizin köpükleri, serinlesin diye bazen yüzüne damlacıklar fırlatıyordu.

Nostaljik bir vapur sefasından sonra vapur adaya yanaştı.

Her dakikasını sindire sindire yaşamak istiyordu bugünün. Acıkmıştı… Kör nefis işte… Yalnız da kalsa, sevdikleri uzakta da olsa acıkıyordu…

Adada gitmek için sabırsızlandığı bir yer vardı. Hamit Babanın kahvesi… Fırından bir simit alıp kahveye girdi:

“–Selâmün aleyküm!”

Hamit Bey konuğuna baktı… Biraz düşündükten sonra:

“–Ooo dostum. Nerelerdesin sen?! Görüşmeyeli hayli uzun zaman oldu. Buyur… Hoş geldin…”

“–Hoş bulduk…”

“–Çay mı?”

“–Evet!”

Sıcak iki çay eşliğinde sohbet ettiler. Ailelerinden, arkadaşlarından ve o güzel yıllardan… Hamit Beyle dostlukları on yaşında başlamıştı. Her hafta sonu geldikleri adada birlikte oynarlar, babasının yazın kiraladığı köşkün giriş katında otururken, birlikte Hamit Beyin babasının kahvesinde çalışırlardı.

Hamit Bey, eski dostunun en sevdiği şarkıyı yerleştirdi pikaba. Belli ki arkadaşı hâtıralarıyla başbaşa kalmak istiyordu;

Elbet bir gün, buluşacağız,

Bu böyle yarım kalmayacak,

İkimizin de saçları ak,

Öyle durup bakışacağız.

İki kadim dost birbirine bakıp acı acı tebessüm etti. İkisinin saçı da aktı ve buluşmuşlardı.

“–İşte buluştuk çok şükür. Allah tüm sevdiklerimize kavuşacağımız güzellikler nasip etsin…”

“–Âmîn…” diyebildi sadece. Boğazına bir şeyler tıkandı âdeta. Ağlayacak gibi oldu. Ayağa kalktı. Cebinden para çıkarmak isterken Hamit Bey:

“–Koy o parayı cebine! Yoksa darılırım…” dedi.

“–Seni gördüğüme çok sevindim Hamit!”

“–Ben de…”

Sarıldılar…

İkisi de o top oynadıkları, adanın köşe bucak dolaştıkları çam ormanını, birlikte yedikleri o güzel zeytinleri, sütleri, domatesleri ve arkadaşları Kostas’ın annesinin yaptığı böğürtlen reçelini düşündükçe, bu güzel mâzîyi kendilerine bahşeden Allâh’a şükrediyorlardı. Her insanın mâzîsi olurdu. Ama herkesin hâtıraları Hamit Bey ve kadim dostununki gibi kusursuz ve harika olamazdı.

Hüzünlü bir vedânın ardından, ilerideki faytona bindi.

“Büyük tur lütfen!” diye rica ederken at nallarından çıkan sesler annesinin ninnileri gibi âhenkli geldi kulaklarına…

Geçtikleri sokaklardan birinde önlerine çıkan iki küçük çocuğu görünce yüreği burkuldu elemden… Sevgili eşinin erken ölümü vukû bulmasaydı onun da böyle evlâtları hattâ torunları olacaktı… Aslında tekrar evlenebilirdi ama eşine duyduğu büyük aşk, onu tekrar izdivaç yapmaktan alıkoymuştu.

“–Burada durabilir miyiz biraz? Bekleme ücretini ayrıca veririm.”

“–Nasıl istersen beyim!”

Faytondan indi…

Dizleri titreyerek en az kendisi kadar yaşlı bahçe kapısından içeri girdi. Bu ev onun çocukluğunun ve gençliğinin yaz hâtıralarıyla dolu olduğu konaktı… Bahçe görmeyeli ne kadar harap olmuştu. Annesinin özenle suladığı katmerli güllerin, yediverenlerin yerinde ayrık otları vardı artık.

«Tıpkı benim gibi…» diye düşündü.

Hamit Beyle konuşurken o söylemişti. Bu konağın sahipleri yaşlı karı-koca beş sene önce vefat etmiş. Oğulları da yurt dışında ve çok zengin olduğu için evi ne satmış ne de kiraya vermişler. Maalesef bu her tarafına mutluluk dolu hâtıralar sinmiş ev, çürümeye terk edilmişti…

Yine; «Tıpkı benim gibi…» diye tekrar mırıldandı.

Bahçe kapısından çıkıp geriye döndü. Kaldıkları katın perdeleri sımsıkı kapalıydı. Tam ayrılacakken sanki perdenin kımıldadığını gördü. Ya da görmek istedi. Aklının ona oyun oynadığını biliyordu. Çünkü öyle olmasını istiyordu. Perde aralanmalı ve annesiyle babası:

“Haydi hemen ekmek al gel, bekliyoruz!” demeliydi, tıpkı eskisi gibi…

Faytona binip oradan ayrılırken, gözlerinden süzülen iki damla yaşla el salladı:

“Hoşça kalın hâtıralarım…”

Bu sefer de faytoncuya yukarıdaki ormanda durmasını rica etti. Çam ağaçlarının keskin kokusu sardı tüm benliğini. Masalardan birine oturup, öğle güneşinin denizde oluşturduğu pırıltıların dans edişlerini seyretmek istiyordu.

Çocukluğunda bu masalar olmadığı için yere örtüler yayılır, üzerileri köfte, zeytinyağlı dolma, şerbet ve daha çeşit çeşit yemeklerle süslenirdi…

Huzur bu adaya iskân edip yerleşmişti sanki…

“–Kimleri görüyor gözlerim… Sen misin? Hekimin oğlu!”

Arkasına dönüp baktığında anladı ki hâtıralarını tazelemek ömrünün geri kalan kısmına yetmeyecekti:

“–Kostas! Sen misin?!”

“–Benim ya! Hangi rüzgârlar attı seni adaya?”

“–Son rüzgârlar.”

“–Canimu. His değismemissin. Hâlâ aynı melankolik adam…”

Hamit’ten sonra adada ikinci arkadaşı da Kostas’tı. Sarıldılar… Oturup birlikte eskileri yâd ettiler.

“–Buralarin da tadi kalmadi. Biz insanlar her seyi yıkıp mafediyorus. Tıpki hayatimiz gibi…”

“–Haklısın! Çok sakin buldum bir zamanların şen-şakrak adasını!”

“–Kalk! Sana bir yemek ismarlayayim.”

“–Vapuru…”

“–Bahane istemem! Nazlanma! Kalk! Bunza yil sonra arkadasim gelmis. Bir yemek yedirmeden bırakir miyim hiç?..”

Birlikte faytona binip, Hamit Beyi de yanlarına aldıktan sonra, kır lokantasına gittiler. Sohbet dolu bir yemeğin ardından, Kostas ve Hamit Bey, arkadaşlarını vapura kadar uğurladı. Vapur adadan ayrılırken kıyıdan iki bulunmaz dost el sallıyordu…

Geçirdiği bu güzel günün akşamı, elinde bir bardak suyuyla menekşesinin yanına gelmişti.

“Özlediniz mi beni? Kimleri gördüm bugün bir bilseniz?!”

Başından geçenleri bir bir anlattı menekşelere. Onlar da dinlediler. Tıpkı vefakâr dostları gibi sükûnetle ve «haklısın» der misali boyunlarını bükerek…

Namazdan sonra camdan bakarken dışarıdan bağırma sesleri işitti. Gençler:

“Goool!” diye bağırıyorlardı. Dün sabah kapısına bırakılan semt gazetesinde görmüştü. Millî maç vardı. Lâkin uzun zamandır ne gazete okuyor, ne de televizyon seyrediyordu. Kim için, ne için takip edecekti ki olan biteni. Umutsuz insanlar için hiç bir şeyin önemi yoktu hâtıralarından başka…

Güldü…

“Ah şu coşkuyla bağıran gençler… İnşallah gençliğinizin ve sevdiklerinizin kıymetini bilirsiniz…” diye temenni etti.

Yorgundu! Bugün yaşadığı yolculuk ona derin bir hazzın yanında, diken batımı tadında bir burukluk da vermişti. Besmele çekip yatağına uzandı. Yorgunluktan mı bilinmez kalbi sıkışıyordu. Bir müddet sancıyla kıvrandıktan sonra odanın içine bir ışık doldu. Olanlara bir anlam veremiyordu. Fakat kalbindeki acı, nefes almasını oldukça güçleştirmişti.

Bir anda karşısında annesini gördü:

“–Allâh’ım hayal mi bu? Ne olur hayal olmasın! Anneciğim!”

“–Tut elimi yavrum! Tüm acıların, yalnızlığın son bulacak Allâh’ın izniyle…”

Elini annesine doğru uzattı. Anneler ne kadar harika insanlardır. Gerçekten dediği gibi acıları hafiflemişti…

***

“–Merak etmekte haklıymışız hocam… Adamcağız Hakk’ın rahmetine kavuşmuş.”

“–Allah rahmet eylesin. İnşallah acı çekmemiştir. Tek başına yaşıyordu merhum.”

“–Yatağında vefat etmiş. İnceleme ekibi büyük ihtimal kalp krizi dedi. Fakat bizi ziyadesiyle şaşırtan bir şey oldu.”

“–Nedir?!”

“–Merhumun sağ eli yukarıya doğru kalkık ve sımsıkı yumuktu. Sanki bir şeyi tutar gibi…”

“–Allah Allah!”

“–Elini düzeltmeye çalıştılar fakat muvaffak olmadılar. Sonra baktık ki avucunda bir şey var.”

“–Ben de merak ettim… Neymiş?”

“–Validesinin küçük tesbihi.”

“–Validesinin olduğunu nereden çıkardın?!”

“–Başucunda validesinin elinde bu tesbihle resmi vardı…”

Herkes bu yalnız adamın, tek başına âhirete intikalinden çok etkilenmişti… Fakat kimse; Allah’tan gelen her şeye sabredip hamd eden merhumun, annesinin elinden tutarak güzel âlemlere doğru yola çıktığını bilmiyordu…