Şiirimizdeki Büyük Kâinat: TASAVVUF

Dr. Harun ÖĞMÜŞ

harunogmus@yuzaki.com

İlim, fikir ve sanat insan zihninin mahsulüdür. Dolayısıyla insandan ve onun dünyasından ayrı mütalâa edilemez. İnsanın zihin ve gönül dünyası ne kadar âhenkli ise verdiği mahsuller de o kadar âhenk içinde olur. Zihin ve gönlü karmaşa içinde olanların iç yüzleri ürettiklerine de akseder.

İnsanın zihnen ve rûhen âhenk içinde olması, içinde yaşadığı dünyaya bağlıdır. Değerlerini farklı kaynaklardan alan, dolayısıyla farklı değerlere sahip olan cemiyetlerde doğup büyüyen insanların zihin ve gönül âhengine sahip olması güçtür. Çünkü insan çevresinden tecrit edilemez.

Derûnî âhengi kurmak, ancak değerlerini aynı kaynaktan alan güçlü ve köklü medeniyet mensuplarına nasip olur. Yalnızca bunlar içinden çıkan sanatkârlar, asırlar aşan tecrübe birikimleriyle daima kendini yenileyerek yozlaşan yönlerini tasfiye eden bir gelenek oluşturabilirler ve meydana getirdikleri sanat mensubu oldukları medeniyetin âhengini aksettirirler.

Kadîm şairlerimiz bunun bir örneğidir. Onlar, tüm hayatı kuşatan ve unsurları bir enstrümanın telleri gibi âhenk içinde olan bir medeniyete mensup olarak yetişmişler ve dolayısıyla şiirleri de bu âhenge uymuştur. Onların beslendiği medeniyetin unsurlarından biri de tasavvuftu. Çok eskilerde değil, bahsettiğimiz âhengin bozulup kakafoninin oluşmaya başladığı 19. asırda bile bu unsurun verdiği derin ilhamlarla çok büyük sanat eserleri ortaya koyuyorlardı. İşte onlardan biri olan Leskofçalı Gālip Bey’in hayran bırakan bir gazelinden bazı beyitler:

Anılsun ol belâ ahdi ki mey nûş ettiğim demdir
Gam-ı dünyâ vü ukbâyı ferâmûş ettiğim demdir

Şair:

“Şarap içtiğim, dolayısıyla dünya ve âhiret endişesini unuttuğum o belâ zamanı anılsın.” diyor.

Görünüşte çizdiği tablo, zevk u safadan başka bir şey düşünmeyen, -tabir caizse- tam bir bohem hayatı yaşayan, dolayısıyla hane halkına ve çevresine de rahatsızlık veren ayyaş bir adamın hayatı… Hâlbuki dikkat edilince «belâ» ile kastettiği, elest bezminde Allâh’ın; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” şeklindeki sorusuna verilen «belâ/evet» cevabıdır.1 İlk bakışta «zaman» anlamında kullanıldığı zannedilen «ahd/söz» kelimesi, bunun delilidir. «Mey nûş etmek/şarap içmek» ise «söz vermek» anlamında kullanılmış bir mecazdan ibarettir. Dünya ve âhiret endişesini unuttuğunu özellikle vurgulamasının sebebi ise, gerçek kulluğun riyakârlık ederek dünyalık elde etmek veya âhirette cennete girmek için değil, Allah rızâsını kazanmak için yapılacağı ile ilgili tasavvufî anlayışa işaret etmektir. Şu halde şairin gerçekte söylemek istediği şudur:

“Allâh’a kulluk etmeye «belâ/evet» dediğim, bunun coşkusuyla kendimden geçip dünya ve âhiret endişesini unuttuğum o zaman yâd edilsin ve o verdiğim ahit asla unutulmasın, sadece Allâh’a kulluk etme ilkesinden asla sapılmasın!”

Tevil ettiğim sanılmasın. Gazelin tamamı, vermiş olduğum ikinci mânâyı teyid edici mahiyette birçok dinî ve tasavvufî mefhumla doludur. İşte ikinci beyit:

Anılsun ol zamân-ı şûriş-âbâd-ı «ene’l-Hak» kim
Dili keyf-i mey-i vahdetle bîhûş ettiğim demdir

“Gönlün vahdet şarabıyla kendinden geçip sarhoş olduğu, o «Ene’l-Hak» sözünün karışıklıkla dolu olan zamanı da yâd edilsin!”

«Ben Hakk’ım!» anlamına gelen «Ene’l-Hak» sözü, hicrî 3. asır sûfîlerinden Hallâc-ı Mansûr’a aittir. Abbâsî Devleti yetkililerince o zaman isyan hâlinde bulunan Karmatîler güruhuyla irtibatlı görülen Hallac; “Ben Hakk’ım, tanrıyım!” mânâsında anlaşılan sözünün fitneye sebep olacağı gerekçesiyle Bağdat’ta asılarak idam edilmiştir. Bununla birlikte «Ene’l-Hak», tasavvuf çevrelerinde ondan sonra da kullanılmaya devam eden ve hicrî 7. asırda Muhyiddin İbn-i Arabî ile kemalini bulan, İslâm düşüncesinde taraftarları da muârızları da olan bir kavram hâline gelmiştir. Şairin kendinden geçtiğini belirttiği «vahdet şarabı» ile kastı, «vahdet-i vücûd» da denilen bu kavramın; “Allâh’ın dışında gerçek bir varlık yoktur, gerçekten var olmakla vasfedilecek yegâne zat Allah’tır.” şeklinde mutasavvıflarca yapılan yorumudur.

Görüldüğü gibi şair, bir beyit içerisinde; «Ene’l-Hak» sözünün hem Hallac tarafından ilk söylendiği zamanda siyasî plânda, hem daha sonra fikir plânında, hem de coşkun kimselerde ruh plânında meydana getirdiği çalkantı ve çarpıntılara telmihte bulunmuş, beytin başındaki «Anılsun» kelimesiyle de kendi gönlünde meydana gelen çarpıntılardan duyduğu memnuniyeti dile getirmiştir.

Zehî hengâme-i nâz-ı hitâb-ı len terânî kim
Serâpâ gönlümü Mûsâ gibi gûş ettiğim demdir

“Musa gibi baştan ayağa gönlümü dinlediğim o nazlı «Len terânî/Beni asla göremezsin!» hitabının meydana getirdiği hengâme ne güzeldir!”

Bilindiği üzere Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, kendisine verilen randevu gereği Tûr Dağı’na gitmiş ve Allâh’ın kelâmına mazhar olmuştur. Ancak bu yüce mülâkâtın verdiği coşkuyla Allâh’ı görmek istemiş ve; “Rabbim! Bana görün.” diye yakarmıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ; “Len terânî/Beni asla göremezsin! Lâkin dağa bak, eğer benim tecellîme dayanıp yerinde durabilirse beni görürsün.” buyurmuş ve akabinde dağa tecellî edince dağ paramparça olmuş, Hazret-i Musa -aleyhisselâm- da bayılıp yere düşmüştür.2 Şair, bu hâdiseye telmihte bulunuyor ve önceki beyitlerde terennüm ettiği vahdet-i vücut fikrinin verdiği coşkuyla kendisinin de âdeta Hazret-i Musa gibi bu ilâhî hitaba muhatap olduğunu dile getiriyor.

Üstad Yahya Kemal; «Leskofçalı Gālip Bey’in Rûhuna Gazel» adındaki şiirinde, bu beyte telmihte bulunarak şaire şöyle seslenir:

Şi’rinde bir Kelîm-i semâvî sadâsı var
Ey Tûr’dan kelâm-ı ilâhî’yi gûş eden!

“Ey Tur Dağı’ndan ilâhî kelâmı işiten! Şiirinde vahye mazhar olmuş bir Mûsâ kelîmullah sadası var!”

Gazel, tasavvufî ve felsefî bakımdan birbirinden derin beyitlerle bu şekilde sürüp gidiyor. Burada ancak birkaç beyti örnek olarak zikredebildik. Ancak bu kadarı bile, tasavvufun şiirimizde ne kadar büyük bir yere sahip olduğunu göstermeye yetiyor. Tasavvuf yalnızca şiire ilham vermekle kalmamış, aynı zamanda günümüzdeki sivil toplum kuruluşları gibi sosyo-kültürel mânâda da onun destekçisi olmuştur. Mevlevîlik olmasa ne Şeyh Gālib olurdu ne de Hüsn ü Aşk.

1 Bkz. A’râf, 7/172.
2 Bkz. A’râf, 7/143.