TÜRKLERİN İSLÂMİYET’E GİRİŞİ

Ahmet MERAL

ahmetmeral@yuzaki.com

Araştırmalar Türklerin İs-lâmiyet’ten önceki dinlerinde kalan grupların tarih sahnesinden silindiklerini veya asimile olduklarını göstermektedir.

Türklerin İslâmiyet ile tanışmaları Emevî ordularının Mâverâünnehir’e girmesinden sonra olmuştur. Kısacası VIII. ve X. yüzyıllar arasında kalan zaman dilimi, Türklerin İslâmiyet’e giriş yıllarıdır.

Halîfe Ömer bin Abdülaziz, Emevî kumandanı Kuteybe bin Müslim’in askerî hâkimiyet kurduğu Türk yurtlarında İslâm fidanının yetişmesi için çok büyük gayret sarf etmiş, onun döneminde İslâm dininin yayılması, devletin öncelikli hedefi olmuştur. Bu sayede bölgede İslâm dinine karşı büyük bir teveccüh meydana gelmiştir. Başta Semerkant Türk beyi Akşit Guzek [Oguzbek] olmak üzere birçok Türk beyi Müslüman olmuştur.

Hilâfetin Abbasîlere geçmesiyle birlikte İslâm’a giriş hareketinde belirgin bir hızlanma gözlenmiştir. Türk tarihinin en önemli kırılma noktalarından biri şüphesiz «Talas Savaşı»dır. Yeni kurulan Abbasî idaresi, Emevî yönetiminden farklı olarak İranlılara ve Türklere daha kardeşçe ve dostane davranmayı yeni yönetim anlayışının temel prensiplerinden biri olarak benimsemişti. Bu anlayış içerisinde doğudaki fetihlere yeniden ağırlık verilmiştir. Türk topluluklarıyla daha iyi ilişkilere girişilmiş, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Batı Türkistan sınırlarında Talas Irmağı kıyısında Çinlilerle savaşmak zorunda kalmıştır. Daha önce topraklarını Çin’e kaptırmış olan Türkler, kendilerine daha yakın hissettikleri Araplarla birleşerek bu savaşta Çin’e karşı Müslümanların yanında yer almıştır. Bu stratejik işbirliği Talas Savaşı’nın Müslümanlarca kazanılmasına yol açtığı gibi, tarafları da psikolojik olarak birbirine yaklaştırmıştır. Bunun tabiî sonucu ise Türklerin küçük gruplar hâlinde de olsa İslâmiyet’le tanışmaları olmuştur. Bu önemli olayın ardından Yağma, Çiğil ve Karluk Türklerinden bazı kabileler Müslüman olmuştur. Çok geçmeden bu İslâm’a giriş dalgasının askerî, siyasî ve sosyolojik sonuçları görülmeye başlanmış, İslâmiyet’e geçen Türklere başta askerî vazifeler olmak üzere çeşitli kademelerde idarecilikler de verilmeye başlanmıştır.

Müslüman Araplarla önce düşmanca başlayan, daha sonra da yakınlaşmayla devam eden ikili ilişkilere rağmen Türk toplulukları 650-900 yılları arasında topluca Müslüman olma yoluna gitmemişlerdir. Türk toplulukları arasında 900 yılından sonra başlayan topluca İslâm’a giriş hareketleri Türklerin İslâmiyet’i zorla değil, kendi arzuları ile kabul ettiklerini göstermektedir. Bu gönüllü İslâmlaşmayı kolaylaştıran temel faktörler; Türklerin İslâmiyet’i, onun hukukî ve felsefî anlayışını kendi dinî, hukukî ve felsefî görüşlerine; Müslümanların ekonomik imkânlarını ve onlarla yapacakları ticareti kendi ticarî ve ekonomik menfaatlerine; İslâmiyet’in insan ilişkilerini ve cihad anlayışını da kendi sosyal ve askerî görüşlerine uygun bulmuş olmalarıdır. İslâmiyetin başlangıçta bir kısım Türkler arasında Mani, Budizm ve Şamanizm’in mistik taraflarıyla benzeşen Şiî-Bâtınî kanallardan yayılmış olması mümkündür. Ancak bu, Türklerin daha sonraları da hep bu kanallarla Müslüman olduklarını gösteren bir durum değildir.

Özellikle belirtmek gerekir ki, İslâm dininin bir hidayet fırtınası hâlinde Orta Asya’da yayılışı ve Türk boylarının birbiri arkasından Allâh’ın dinine koşmaları sadece Türk tarihinin değil, İslâm tarihinin, hattâ dünya tarihinin en önemli olaylarından birisidir. Zira Türk boylarının İslâm dinine girmesiyle beraber Müslümanlar askerî alanda önemli bir desteğe kavuşmuş, bu güç sayesinde eski dünya kıtalarının kesiştiği büyük kültür ve medeniyet merkezlerinde Müslümanlar tarafından çok daha büyük imparatorluklar kurulmuştur. Bunun tabiî sonucu olarak dünyanın siyasî ve askerî konjonktüründe İslâm dini lehine büyük değişmeler olmuş, gerek medeniyet gerekse siyasî ve askerî alanlarda İslâm dini müstesnâ bir siyasî güç hâline gelmiştir.

Arap-İslâm orduları Aşağı Türkistan’a doğru fetih akınlarını Emevîler döneminde başlatmışlardır. Önceleri bu akınlar fetih hareketinden çok taciz etme ve baskınlar yapma tarzında, yağma ve ganimet hareketleri olarak sürdürülmüştür. Kuteybe bin Müslim’in (ö. 715 m.) Horasan’a vali olarak atanmasıyla birlikte fetih hareketleri hızlanmış, Baykent, Buhara ve Semerkant gibi önemli ticaret merkezleri İslâm ordularının eline geçmiştir. Ne yazık ki, Vali Kuteybe; askerî sahada gösterdiği başarıyı İslâm dininin yayılmasında gösterememiş, fethettiği yerlerde yıldırıcı faaliyetlerde bulunmuştur.

Karakterlerine tamamen uygun olan İslâm dininin neden Türkler arasında daha hızlı yayılmadığı gibi bir soru akla gelebilir. Tarihî kayıtlar iyi analiz edildiğinde, bunun Emevî yönetiminin yanlış politikalarının bir sonucu olduğu anlaşılmaktadır. Bu politikalar Türklerin Araplara karşı kin ve nefret duygularını artırmış, bu da İslâmiyet’in kabulünü uzun süre geciktirici bir etki meydana getirmiştir. Emevî idarecilerinin İslâmiyet’in yayılmasından çok Arap saltanatının siyasî gücüne önem vermesi, Türkler arasında İslâmiyet’e karşı istenen seviyede ilgi gösterilmemesine yol açmıştır.

Ancak bu psikolojik engel, Abbasî yönetiminin iş başına gelmesiyle kısa zamanda ortadan kalkmıştır. Abbasîler, yönetimi ele geçirmek için yaptıkları mücadelelerde kendilerine destek veren Türk ve İran unsurlarına önem vermişler, yönetimlerinde Türklere idarî, siyasî ve askerî kadrolarda görevler vermişlerdir. Bir bakıma Emevîlerin Arap milliyetçiliği tavrına tepki olarak kendi yönetimlerinde Arapları dışlayan bir siyaset uygulamaya başlamışlardır.

Türkler Abbasîlerin ilk yıllarından itibaren devlet hizmetinde vazife almışlardır. Halîfe Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde bu durum artarak devam etmiştir. Bu iki halîfenin Türklere olumlu yaklaşımı, Aşağı Türkistan halkının büyük çoğunlukla İslâmiyet’i kabul etmeleriyle sonuçlanmıştır. Özellikle Me’mun dönemi (813-833), İslâmiyet’in İç Asya’da yayılışı açısından çok önemli bir kilometre taşı olmuştur. Anne tarafından Türk olan Me’mun, Türkistan bölgesindeki mahallî hükümdarları İslâm’a kazandırmak için hususî bir gayret göstermiştir. Özellikle o bölge yöneticilerine yumuşak davranır, izzet ve ikramda bulunur, teşvik amacıyla onları lütuf ve ihsanlara boğardı. Oğlu Mu’tasım da bu teşvik siyasetini devam ettirmiş, askerlerinin büyük çoğunluğunu Aşağı Türkistan, Soğd, Fergana, Şaş ve Uşrusana gibi Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerden oluşturmuştu. Şüphesiz bu durum Türklerin İslâm’a girişini kolaylaştıran bir unsur olmuştur.