İSTİKRARLI MÜSLÜMANLAR

Âdem SARAÇ

ademsarac@yyu.edu.tr

Mekke’nin sayılı tüccarlarından biri olan Affan, yine bir ticarî sefer için gittiği Şam’da vefat edince, ticaret arkadaşları onun mallarını da beraberlerinde getirip oğlu Hazret-i Osman’a teslim etmişlerdi. Böylece babasından kalan miras ile çok zengin olan Hazret-i Osman, babasının mesleğini sürdürmüş ve o da sayılı tüccarlar arasına girmişti…

Hazret-i Osman, yumuşak huylu ve gayet iyi geçimli biriydi. Elinden geldiğince herkese yardım ederdi. O kadar ki, Mekke’de onu sevip saymayan kimse yoktu.

Mensubu olduğu Ümeyyeoğulları kabilesinin önde gelen efendilerinden olduğu gibi, Mekke halkının da ileri gelen seçkin bir şahsiyeti idi.

Birçok güzel hasleti bütün güzelliği ile hayatına yansıtan Hazret-i Osman, bir nevi faziletler âbidesi olarak tanınırdı. Fakat onun iki büyük fazileti hep öne çıkardı. Bunlardan biri meşhur edep ve hayâsı, diğeri de yine meşhur cömertliği idi.

Herkesle arası çok iyi olan Hazret-i Osman’ın, İslâm’dan önce hiç kimseyle bir problemi yoktu. Yakın dostlarından biri olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimizin vesilesiyle İslâm ile şereflenince, her şey bir anda değişivermişti…

Herkes tarafından sevilen ve sayılan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- için alay, hakaret, işkence ve eziyetler başlamıştı artık… En büyük işkenceyi de amcası Hakem bin Ebu’l-Âs yapıyordu. Daha doğrusu yapmadığını bırakmıyordu yeğenine:

“–İslâm’dan vazgeç, yoksa öldüreceğim seni!”

“–Boşuna uğraşmayın, İs-lâmiyetten vazgeçmem ben. Ne yaparsanız yapın Allah ve Rasûlü’nden döndüremezsiniz beni. Ben öyle bir sevgiliye teslim oldum ki, saçımdan tırnağıma varıncaya kadar O’nun sevgisiyle doldum. O’nsuz yaşayamam artık. Beni döndürmekle uğraşacağınıza, siz gelin İslâm’a; Müslüman olun!”

Hazret-i Osman -radı-yallâhu anh- öyle destansı bir direnişle direniyordu ki, şaşkın amcası başta olmak üzere, müşrikleri çileden çıkarıyordu.

Hiçbir insana söylenemeyecek kadar ağır sözler söyleyip hakaret etmeleri bir yana, sokak ortasında fena hâlde dövmüşlerdi; hem de defalarca. Sokak sokak dolaştırıp tartaklamaları ise, dayanılır gibi değildi…

İslâm’dan dönmediğini görünce de, bin bir eza ve hakaretle beraber, ite-kaka götürüp bir direğe bağladılar. Bu yetmiyormuş gibi -direğe bağlı savunmasız bir hâldeki birine bile- yapmadıklarını bırakmadılar.

Güneş altında günlerce aç-susuz bıraktıkları az geliyormuş gibi, ikide bir gelip hakaretlerle beraber tartaklıyorlardı.

“–Bu yakıcı güneş altında ve direğe bağlı olarak aç-susuz öleceksin burada. İslâm’dan dön de kurtul!”

“–Asıl siz, sizler Müslüman olup kurtulun!”

İyice çileden çıkan amca, bağırıp çağırarak bin bir hakaret yapmaya başladı. Yeğenini sert hareketlerle direkten çözüp, öfkeyle itip kakarak meydana götürdü.

Bir taraftan fena hâlde dövüyor, bir taraftan da onca insanın gözleri önünde büyükçe bir hasıra sarıyordu:

“–Son defa söylüyorum! Eğer dönmezsen bu hasırla beraber yakacağım seni! Dön ve kurtul!”

“–Ben de son defa değil, yaşadığım sürece söylüyorum ki, İslâm’a girip Müslüman olarak, asıl siz kurtulun! Asıl kurtuluş İslâm’dadır çünkü.”

Öfkeyle bağırıp çağıran amcası bu sefer de hasırı tutuşturdu. Bir anda ortalığı acı bir duman kapladı. Korkunç bir uğultu başladı. Fakat olayı görenler öyle bir durumdaydılar ki, kimsenin kimseye yardım edecek bir gücü yoktu…

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- duman içinde kaldı. Öyle ki, nefes bile alamıyordu. Duman her tarafını sararken, nefes alacak hâli bile kalmamıştı. Diğer taraftan da alevler etkisini göstermeye başladı. Yanması an meselesiydi artık…

“Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur. Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- O’nun kulu ve Rasûlü’dür. Müslüman olun, kurtulun!”

Edep ve hayâ incisi Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’tan duyulan son sözlerdi bunlar. Sonrasını hatırlamıyordu…

Kendine geldiğinde evine getirilmiş olduğunu gördü. Nasıl kurtulduğunu ve buraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Bilip gördüğü şey, kurtulmuş olmasıydı.

Nerede ise her tarafı yanıp kavrulmuştu. Diğer taraftan hâlâ duman içindeymiş gibi, boğulurcasına öksürüp duruyordu. Kalkıp oturacak ve iki cümle kuracak bir hâli yoktu.

Bir haftada ancak toparlanabildi. Öğrenebildiği kadarıyla, acıdıkları için değil, daha çok işkence çektirmek için öldürmemişler, bunun için hasırı söndürmüşlerdi. Hazret-i Osman yanmamıştı fakat dumandan zehirlenmişti. Canavar müşrikler çekilince, orada bulunanlardan birkaç kişi, kaldırıp evine kadar getirmişlerdi.

Müslüman olup bu hâle düşürülen sadece Hazret-i Osman değildi. Müslüman olup işkence ve eziyetlere uğramayan kimse kalmamıştı. İslâm ile şereflenmenin bir bedeli vardı. Ve bu bedeli ödemeyen bir tek Müslüman bile yoktu. Fakat bütün bu sıkıntılara rağmen, İslâm’dan dönen bir kişi bile yoktu. İstikrar, her Müslüman’ın en önemli vasfıydı.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- kendini toparlayıp evden çıktığı zaman, bu sefer de Ukbe bin Ebû Muayt’a yakalandı. Babasının ölümünden sonra, annesiyle evlenen Ukbe, Hazret-i Osman’ın babalığı olduğu hâlde, yapmadığı zulmü bırakmadı.

Ne yaptı ne ettilerse döndüremediler onu. Hattâ daha bir sıkı sarıldı İslâm’a…

İşkence ve eziyetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Biri bitiyor, diğeri başlıyordu. Öyle ki, bütün Müslümanları şiddetli bir şekilde gerginliğe itiyorlardı. Müslümanların sabrını taşırıp, taşkınca hareketler yaptırmaya, İslâm üzerinden olmadık olaylar çıkarmaya çalışıyorlardı.

Oysa her Müslüman, aynı zamanda istikrar sahibi bir şahsiyet oluyordu. Neye inandığını, neyi reddedip neyi tasdik ettiğini çok iyi bilen Müslümanlar, öylesine istikrarlı bir şekilde hareket ediyorlardı ki, nasipsiz müşrikler bundan bir ders alacaklarına, karanlık emellerini gerçekleştirmek için, canavarları bile tiksindirecek bir canavarlık sergiliyorlardı.

Her şeye rağmen İslâm yayılıyor, istikrarlı Müslümanlar çoğalıyordu…

Her Müslüman’ın istikrar sahibi biri olmasını isteyen Peygamber Efendimiz idi…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-