Çocuk Eğitiminde «ÖDÜL» MÜ?!.

Aynur TUTKUN

aytutkun@gmail.com

Yetmişli, seksenli yıllarda çocuk olanlara hitap edecek bu yazım. Zira benim de çocukluğum o yıllara rastlar. Olabildiğince çocuktuk o zamanlar, fakat bir o kadar da sorumluluklarımızın farkındaydık değil mi? Paket taşlı sokaklarda oynadığımız tingolarla, sekseklerle, saklambaçlarla, yakalamaçlarla, ip atlamacalarla çocukluğumuzu doyasıya yaşadık. Babalarımız; «Nasıl kazanacağız?», annelerimiz; «Ne pişireceğiz?» diye düşünseler de, memleket terör belâsıyla, yoklukla yanıp kavrulsa da biz çocukluğumuzu doyasıya yaşadık işte, her şeye inat. Depresyon bilmezdik o zamanlar. Özel öğrenme güçlüğü, hiperaktivite, dikkat eksikliği gibi sıkıntılardan da habersizdik! Öğretmenimiz kulağımızı çekse ya da elimize cetvelle vursa, annemiz terlikle kovalasa, babamız kaşlarını çatsa da hassas psikolojimiz bozulmazdı.

«Her gün» ev işlerinde annelerimize yardımcı olurduk, ara sıra ya da derslerimiz olmadığı zamanlar değil. İş yapmamak için «canımızın istememesi» gibi bir lüksümüz de yoktu.

Karnemizdeki notların hepsi «5» olduğunda hediye de beklemezdik. Babamızın karnemizi görme isteği hediye olarak yeterdi bize. Hele bir de yüzünde ayarlı bir gülümsemeyle; «Âferin!» demişse en büyük hediyeyi almış sayardık kendimizi.

Mısır koçanından, kumaştan dikilmiş bebeklerimiz; karpuz kabuğundan trenlerimiz vardı. Saçımıza taktığımız kurdelelerimizle, kömür ütüsüyle ütülemiş elbiselerimizle güzel olduk sanırdık kendimizi. Senede bir çift ayakkabı kullanma hakkımız vardı; yazlık-kışlık ya da spor ayakkabı istemek aklımıza gelmezdi. Okul çantalarımızı eskiyene kadar kullanırdık, yenisini görene kadar değil. Hele hele önümüzde ablamız/ağabeyimiz varsa pek de yeni bir şeyler alınmadan büyürdük. Aynı tabaktan yemenin, aynı odada oturmanın, abla/ağabeyimizden kalan elbiseyi giyinmenin verdiği «biz» duygusuyla büyüdük.

Şimdi hepimiz anne-baba olduk. Modern eğitim metotlarıyla çocuklarımızı yetiştirmeye çalışıyoruz. Teşvik, takdir, ödül ve cezanın eğitimdeki rolünün farkında ve şuurunda olarak bunları kullanmaya çalışıyoruz. Lâkin şu konuda hepimiz hemfikiriz ki genel olarak şimdiki çocuklar bizim çocukluğumuzla kıyaslandıklarında, pek çok şeye sahip olmalarına rağmen; doyumsuz ve mutsuzlar. Sorumluluklarının farkında değiller ve iş yapma konusunda gayretleri yok.

Nerede hata yaptık ki onlara bizdeki heyecanı, azmi ve coşkuyu aşılayamadık? Onlara her gün harçlık vererek, büyük-küçük her türlü başarılarının hemen ardından maddî değeri büyük hediyeler vererek; «Şunu şunu yaparsan sana şunları alacağım!» diye vaatlerde bulunarak aslında onlara kötülük mü yaptık? Başarılı olmalarını onlardan çok biz mi istedik? Bir hata yaptıklarında onlardan çok biz mi üzüldük? Sorumluluklarını onlardan çok biz mi düşündük? Elbette bütün bunları yaparken onların; «daha iyi bir geleceğe sahip olmalarını» arzuladık hep, niyetimiz hiç de kötü değildi. Lâkin, galiba fazla merhamet maraz getirdi.

Her şey dozunda olursa güzeldir. İnsan hayalini kurduğu bir şeye en başından değil de, onu tam kaçırmak üzereyken sahip olursa o şey daha kıymetlidir. Çocuk eğitiminde ödül de aynı şekildedir. Büyük-küçük her türlü başarıya maddî mükâfatlar va‘dettiğimizde çocuk için maddiyat her şey demek olur ve çocuk her defasında biraz daha fazlasını isteyerek doyumsuz olur. Çünkü; “İnsanın gözünü ancak toprak doyurur.” hadîsi insanın maddiyata doymayacağının bir delilidir.

Oysaki çocukların ihtiyacı olan bir şeyi bu şey oyuncak da olsa imkânımız dâhilinde almak zaten görevimizdir, bunu vaat konusu yapmamak gerekir. Maddî mükâfatlardan ziyade çocukları; «Âferin!», «Tebrik ederim!», «Teşekkür ederim!» gibi mânevî değeri büyük ödüllerle mükâfatlandırmak daha doğru olacaktır.

Bir öpücük, bir gülücük onlara maddî şeylerle değil, kıymeti ölçülemeyen değerlerle mutlu olmayı ve doyumlu olmayı öğretecektir. En büyük mükâfat ise playstation, bilgisayar ilh… değil birlikte vakit geçirmeyi hedefleyecek cinsten faaliyetler olmalıdır.

Tarihî bir yeri gezmek, özel bir yere yemeğe gitmek, umre ziyaretinde bulunmak en güzel hediyelerden birkaçı olabilir.

Bir davranışı yapmaya iten iç kuvvet oluşana kadar dışarıdan teşvik edilmeye ihtiyaç vardır. Anne ve babalar bu kuvvet oluşana kadar doğru ve dozunda teşvik yapmalıdırlar. Aksi takdirde çocuklar maddiyatçı, bencil ve doyumsuz olabilirler.

İlk eğitim bilimcilerimizden olan Aristokli Efendi ödüllerin verilmesine dair bazı temel ilkeler üzerinde durur ki bunlar şöyledir;

a) Ödüller çok değerli şeyler olmamalıdır.

b) Ödüller takdir edilen duruma uygun olmalıdır.

c) Ödüller çok fazla verilmemelidir.

d) Ödüller her çocuğun kendi çalışma ve davranışlarındaki gelişmeler sebebiyle verilmeli. Bir çocuğa, başka çocuklara göre daha iyi olduğu gibi düşüncelerle mükâfat verilmemelidir. Başka bir deyişle, mükâfatlar şahsî olmalıdır.

e) Ödüller çocuklarda büyüklük taslama ve gurura kapılma gibi eğilimler oluşturmayacak şeylerden verilmeli, bunların veriliş biçimine de dikkat edilmelidir.

Onlar için, sahip olduklarının farkına vardırtacak; “Allâh’ım bu günlerimizi aratma!”, “Hamd olsun verdiklerine!” gibi sesli dualarımızın yanı sıra ufak-tefek nükteler de bulabiliriz. Olduğunu bildiğimiz hâlde; “Ayakkabıların oluyor muydu yenisini alalım mı?”, “Çantan eskidi mi, bir sene daha idare eder mi?” gibi sorularla onlarda şuur oluşturabiliriz.

Sorumluluklarının farkında, yaşama aşkı ve heyecanıyla dopdolu, azimli çocuklar yetiştirme niyetimize paralel ebeveyn tutumlarımızı, çok geç olmadan bir kez daha gözden geçirme ihtiyacındayız.

Bugünün doyumsuz, mutsuz çocuklarının sayısı göz önünde bulundurulduğunda bu tablo acı bir gerçektir. Şurası da sevindirici bir gerçektir ki problemi fark etmek, onu çözümlemenin yarısıdır!