BÜYÜK DENEYİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

H. Kübra ERGİN

hkubraergin@hotmail.com

Geçtigimiz ayın gündemini meşgul eden konulardan en çarpıcı olanı hiç şüphesiz Avrupa’nın NASA’sı yerinde olduğu kabul edilen CERN’de Atlas adlı deneyin başlatılmasıydı. Deney hakkındaki malûmat gerçekten hayret uyandırıcıydı; çünkü deney için inşa edilen merkezin büyüklüğü, işin başdöndürücü maliyeti, çalışanların sayısı, hazırlık süresi ve meydana gelecek çarpışmanın enerjinin yoğunluğunu ifade eden bütün sayılar baş döndürecek kadar yüksekti.

Bütün bu yüksek sayılar, Avrupa ülkelerinin ne kadar zengin, güçlü, faal ve bilgili olduğunu gösterirken; bu deneyin düzenlenme sebebi ise, onların «bilime verdikleri önem»i vurguluyordu. Söylenenlere göre bunca emek ve masrafa mal olan deneyin amacı, «standart atom modeli teorisinin deney sonuçlarıyla doğrulanması veya yanlışlanması» idi. Anlatılanlardan anladığımız kadarıyla bilim adamları, kâinatı meydana getiren enerjiye kütle kazandıran Higss parçacığını arıyorlardı.

Yalnız CERN’in yöneticileri, belki de kendilerine kaynak ayıran hükûmetleri tatmin etmek maksadıyla; halkın daha fazla ilgisini çeksin diyerek; deneyin maksadını «Big-bang»la ilişkilendirince ortalık birazcık karıştı.

Bazı bilim adamları deneyin bu şekilde sunulmasını eleştirdiler; her şeyden önce Big-bang dedikleri yani bir patlama gibi tahayyül ettikleri; «yaratılış ânı» bir daha tekrarlanamazdı. Kimileri meseleye, çarpıştırılacak olan protonların, «madde»den elde edilmiş olması bakımından itiraz etti. Ünlü fizikçi Hawking «bu deneyden bir şey çıkmayacağına» dair parayla bahse bile girdi.

Gerçekten de sormak gerekiyordu; «Bu ânın tek özelliği enerji yoğunluğu mudur ki, aynı yoğunluğa eriştiğimiz zaman o anda neler olduğunu anlayabilelim?»

Deneyle ilgili tenkitler sadece bu ilmî itirazlardan ibaret değildi. Bir kısım bilim adamları, deneyin tehlikelerine dikkat çekiyordu. Meselâ; Viyana Üniversitesinden Markus GORITSCHNIG, deney sonucu dünyayı yutabilecek mini kara delikler ortaya çıkabileceğini söyleyerek, bunun sonucunda dünyanın dört yıl içinde yok olabileceğini öne sürdü. Almanya’daki Eberhard Karls Üniversitesi Kimya Profesörü Otto RÖSSLER daha da ileri giderek deneyi durdurmak için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdu.

Bu endişeler üzerine CERN yetkilileri; «Bu deney sırasında meydana gelecek çarpışmanın, kâinatın her yerinde sürekli meydana gelen benzerleri yanında sinek vızıltısı gibi olduğunu» açıklamak zorunda kaldılar.

İşin doğrusu eldeki süper mıknatısların gücü ancak günde 2 nanogramlık proton huzmesini hızlandırmaya yetiyordu. Nanogram, gramın trilyonda biri demek; yani bu çarpışmada bir kibrit alevinden daha büyük bir patlama beklenmiyor; ancak patlamanın çok küçük bir alana sıkışması sebebiyle normalde gözlenmeyen parçacıkların meydana çıkması bekleniyordu.

Dünya atmosferinde bu gibi patlamalar tabiî olarak meydana geliyordu. Ancak onların bu merkezdeki gibi gözlenmesi ve üzerinde inceleme yapılması mümkün olamıyordu. Hâlbuki pek çok bilgisayarla desteklenmiş araştırma grubu, çarpışmanın enkazından elde ettikleri veriyi kaydederek üzerinde farklı yöntemlerle analizler yapabilecekti. İşler yolunda giderse bu analizler sonucu kütüphaneler dolusu bilgi elde edilebilecekti.

Kendisine Bacon’ın; «Bilgi güçtür.» sözünü rehber edinmiş batılı adam; bilgi için yapılacak masrafın boşa gitmeyeceğini düşünüyor olmalı ki bu işe bu kadar kaynak aktarmaktan çekinmemişti. Kimbilir belki de elde edilecek bilgilerin çok ucuz ve güvenli bir enerji kaynağı geliştirilmesinde kullanılması umuluyordu. Hattâ belki de; deneyin gayesinin sadece, «kâinatın yaratılışı üzerine entelektüel bir merak»mış gibi sunulması, diğer amaçları maskelemeye yarıyordu.

Belki deneye itiraz edenlerin endişeleri biraz da bundan kaynaklanıyordu. «İlmî araştırmaların, çoğu zaman araştırmaya kaynak sağlayanlara kısa vadede menfaat sağlama amacı güttüğü» uzun zamandır söyleniyor. Hattâ bilim adamlarının; küçük bir grubun menfaati namına bütün bir insanlığın geleceğini tehlikeye atabildikleri yönünde ciddî tenkitler yapılıyor.1

Ne gariptir ki, geçtiğimiz asırda Aguste COMTE gibi filozoflar; «insanlığın gelecekteki dininin bilim olacağını, bu dinin rehberlerinin ise bilim adamları olacağını» iddia ediyor, Ernest RENAN gibi felsefeciler de; «artık insanların inanmaya ihtiyaç duymayacaklarını, çünkü her şeyi bilmelerinin mümkün olacağını» ileri sürüyordu.

Acaba bu filozoflar, gelecekte insanlığın rehberleri olacağını varsaydıkları bilim adamlarının, böylesine güven kaybına uğradıklarını ve halkta korku uyandırdıklarını görselerdi ne düşünürlerdi?

Yalnız bu da değil. Bilimin, insana «hayat, şuur ve ruh» gibi mücerret/soyut konuları bilmekte dahî yeterli bir rehber olduğunu ileri sürenler; bilim adamlarının henüz; üzerinde inceleme yapabildikleri bir varlık türü olan maddeyi bile çözmekten âciz kaldığını görselerdi, şaşırmazlar mıydı?

Gerçekten de bugün bilim adamları, bütün bilgilerini üzerine inşa edecekleri «atom modeli» konusunda bile bir noktaya varamamış olup, kuantum-izafiyet-sicim teorileri arasında bocalamaktadır.

Bu deneyde de bilim adamları; kâinatın yaratılış ânında patlayan enerjinin anti-enerjiyle kavuşup yok olabilecekken maddeye dönüşüp kararlı bir hâle gelmesini sağladığına inandıkları Higss bozonunu arıyorlar. Kâinatın var olmasında bu kadar büyük bir görev yükledikleri için olsa gerek bu parçacığa «ilâhî parçacık» diyorlar. Ve her zamanki indirgemeci yaklaşımlarıyla, sanki bu parçacığı bulurlarsa bütün sır çözülecek ve yaratılış ânı hakkında konuşulacak hiçbir şey kalmayacakmış gibi bir hava estiriyorlar.

Oysa, her şey bir yana, yaratılışın başlangıç ânının patlamaya indirgenmesi bile bir hatadır. Bir patlamadan sonra kendiliğinden mükemmel bir düzenin ortaya çıktığı nerede görülmüş?

Bilim adamlarının âlemin bir patlamayla etrafa saçılan ve tesadüfen kainatı, hayatı ve insanı meydana getirdiğini düşünmeleri daha en baştan büyük bir basiretsizliktir. Hattâ günümüzde bilim adamlarına güvenilememesinin altında yatan sebep de onların varlığa bakışlarındaki bu sığlık, şuur eksikliği ve duygusuzluktur.

Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için bilim tarihinden bir sahneyi aktarmak istiyorum. Dr. Tallerkin, denemelerine hazırlandığı hidrojen bombasının tanıtımı için bir basın toplantısında konuşuyor. Dinleyicilerden biri söz isteyerek soruyor;

“–Dr. Tallerkin; tüm dünya nüfusunda zararlı başkalaşımlara (mutasyonlara) sebep olabilen radyoaktif artıklardan hiç bahsetmiyorsunuz?”

Doktorun cevabı ilginçtir:

“–Mutasyonların hepsi zararlı değildir; bazıları nesillerin evrimine yol açabilir. Bu mutasyonlar olmasaydı siz ve ben şimdi birer amip olabilirdik. Hayatın evriminin tamamen mutasyonlara ve en kuvvetlinin varlığını sürdürebilmesine dayandığını bilmiyor musunuz?”2

Dr. Tallerkin gibi bilim adamlarının hiçbir endişe taşımadan bombalar yapabilmesinin, mes’ûliyetsizce bunları patlatabilmesinin altında yatan zihin yapısı işte budur!

“Kâinat bir patlamanın, hayat ise kazara meydana gelmiş bir dizi başkalaşımın sonucu olduğuna göre, bizim de kâinatın düzenine parmak sokup kurcalamamızda ne sakınca var?”

Kâinatın bir plân-program dâhilinde yaratıldığına, inceden inceye hesaplanmış, her safhası iyi tasarlanmış ve çok hassas dengeler üzerine oturtulmuş bir düzenle ayakta tutulduğuna inanan insanla inanmayan insanın farkı işte budur.

Kâinatı bir sanatkârın eseri gibi gören, onu muhafaza etme hassasiyeti taşır. Fakat onun, mânâsız bir enerji yığının rastlantı eseri aldığı bir şekil olduğunu düşünenin böyle bir hassasiyeti bulunmamaktadır. Bundandır ki dünya halkı, kendilerine; «Yaratıcı’nın emaneti olarak» değil, evrim kazasının sonucu olarak bakan bu bilim adamlarından korkmaktadır.

Bu noktada aklını bilgiyle doldurduğu kadar, gönlünü de merhamet hissiyle donatmış; peşin dünyevî menfaatten vazgeçebilecek kadar Allâh’a hesap verme mes’ûliyeti taşıyan bilim adamlarına olan ihtiyaç kendini hissettirmektedir. Bu ihtiyaç ise, bilimin vicdanî ve ahlâkî eğitimden kopuk olamayacağını düşündürmektedir.

1 Necmettin TOZLU, «Bilim ve Geleceğimiz», Felsefe Dünyası, Sayı: 18, Kış 1995.
2 Çetin BAL, Hidrojen Bombasının Öyküsü.