Ali Amcamız Hakkında

Prof. Dr. Hasan DOĞRUYOL

Aziz ve Pek Muhterem

Timsâl-i Nâdir-i Muhabbet

ve Güzîn-i Emsâl-i Mehâbet

… … … … Beyefendimizin

Saadetli, Devletli Huzurlarına;

Efendim,

İnşallah hulûlü ile müşerref olacağımız Kurban Bayramı münasebetiyle ve bizlere tekaddümen gelen hatt-ı destinizi hâvî tebrik-nâmelerinizle bizleri taltif buyurmanızdan duymuş bulunduğum sevinç ve minnet tavsif edilemeyecek derecede derin ve kıymetlidir.

Muhabbet-nâmenizin bizlere bahşeylediği sürur içinde, mübarek ellerinizden hürmetle bûs ederek mukabeleten Kurban Bayrâm-ı şerîfinizi cân u gönülden tebrik ve tes’îd eder, sonsuz hürmet ve ta’zimlerimizin lütfen kabulünü diler, böyle nice nice mübarek mevsimlere hüsn-i emsallerinizle ve kemâl-i sıhhat ve âfiyet üzere nâiliyetinizi, Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden arz-ı niyaz eyler,

En nermin hislerle bütün ailece selâm, hürmet ve muhabbetlerimizi tekraren arz ve te’yid eylerim,

Muhterem Efendim.

27/6/990

Bandırma

Dâimî Muhlislerinizden

Ali ÖZTAYLAN

ALİ AMCAMIZ HAKKINDA

Ali Amcamız hakkında kalem oynatmak pek güç. Menkıbevî hayat hikâyesini kendi işaretleri olmadan yazmaya cür’et ise hata. Büyüklerin belki sonradan istiğfar ettikleri nice hâllerinin deşifre edilmesi onu ne kadar da incitirdi. Bu bakımdan zihnimiz ve gönüllerimizde yazılı olanların kapılarıyla oynamadan, sadece kendileri tarafından yazıya dökülen veya lütfen bizlerle de paylaştığı ve tevâtür derecesinde yaygın olan hâl ve nasihatlerini kendilerine bir kez dahî olsun mülâkî olamayan gaybî dostlarına açmak belki faydalı olabilir o kadar… Zira Ali Amcanın sohbetinde bir kez bulunma bahtiyarlığına erenlerin bu beraberlikten aldıkları feyiz ve muhabbetin lezzeti yanında usta yazarların yazıları bile çok yavan kalır. Onun için yukarıdaki iktibas/alıntı ile başlamak istedim.

Yukarıda Ali Efendinin, kendilerinden en az kırk yaş küçük bir evlâdının iki satırlık tebrik kartına gönderdiği cevabını görmekteyiz. Muhatabını ve hattâ okuyanını bile mahcubiyete büründüren bu ifadeler mübalâğalı bulunabilir, fakat Ali Amca işte bu idi.
O gerçekten İslâmî edebi ahlâk edinmiş, kendi hilkati içine sokmuş ve onunla âdeta alışkanlık kesbetmiş bir güzeller güzeliydi. Kendisinin elini öpmek isteyenlerin o da mukabeleten ellerini öperdi. Buna mahcubiyetle itiraz etmek isteyenler bile, onun bu yüksek edep hâli karşısında direnç gösteremezler ve çaresiz teslim olurlardı.

Elbette mütebbessimdi ve insanların gözlerinin tâ içerilerine güller açtırarak nazar ederdi. Fakat iki kalçası protezli olduğu hâlde telefon eden herkes için ayağa kalkarak, vücudunun tamamını telefondaki kişinin yönüne döndürüp telefon bitene kadar ayakta beklemeleri ve karşı taraf hattan ayrılmadan yerlerine oturmamaları işte bu edebi kendisine ahlâk edinme hâllerinden sadece biriydi. Etrafındakiler elbette bu durumdaki bir kişi için bu işin ne kadar külfetli ve zor olduğunu bilir, fakat Ali Amca farkında bile değildir.

Bu ince ahlâkı sebebiyle Ali Amca, tevâzu ehlini bilhassa severdi.

Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebat
Mütevâzı’ olanı rahmet-i Rahman büyütür

beytini sıkça okur, çınar tohumunu örnek göstererek ikazlar yapardı.

İnsanların gözlerine sahip olmalarını çok önemserdi. «Üryanları/üstü başı olmayanları giydiriniz!» derdi. Bu cümlenin ikinci maksadını da şöyle açıklardı:

“Göz kapakları bunun için yaratılmış olsa gerek, baksanıza saniyenin ne kadar küçük bir diliminde kapanıveriyorlar. Kapatıverin, size göre artık herkes örtülü olur, artık bundan sonra ona duanızı da yapabilirsiniz.”

Özellikle birtakım yanlışlıkları olduğunu düşündüğünüz kimseler hakkında sorular sorar, onları iyilikleriyle zikretmenizi vesile addederek arkalarından uzun uzun dualar eder ve sû-i zan etmemeniz için âdeta çırpınırdı.

Dualarında şu cümleler sıkça yer alırdı:

“Allah size rüyalarınızda bile sıkıntı göstermesin!”

“Bir an mübarek gönülleriniz elem-nâk olmasın!”

“Her ân-ı zaman iki cihan saadetlerinizi dua ve niyaz ediyorum.”

“Cenâb-ı Hakk’ın rahmet olarak gönderdiği vücûd-i mübareklerinizin pek çok seneler her türlü maddî ve mânevî emrazdan ârî olarak hüsn-i emsallerinizle sıhhat-ı kâmile üzere ve şeref-i ikbal ile muammer olmanızı bârgâh-ı ehadiyetten istirham ederim.”

Dualarında katiyen aile fertlerini ayrı tutmaz ve onları da şöyle taltif buyururdu:

“İffetli, saadetli ve mürüvvetli zevce-i tâhirelerinize de bütün aile sonsuz ihtiramlarını ve dualarını arz-ı takdim ediyoruz.

Evlâtlarınızın sülâle-i hânedân-ı asâlet devletlerinin silsiletü’z-zeheb halkalarını teşkil etmelerini Cenâb-ı Hak’dan niyaz ederim.”

Her vesileyle hüsn-i zan üzerinde çokça durur ve; «İnsanı ayakta tutan muhabbet ve hüsn-i zandır.» derdi. Muhatabından talep ettiği dualarda da bu konuya bilhassa vurgu yaparlardı.

Derdi ki:

“Rabbimiz, müstaid gönülleri önce âteş-i aşk ile doldurur ve firkatle yetiştirir.”

“Hazret-i Pîr’in/Şeyh Gālib’in şu mısraı ne güzeldir:

Gönül Nûh olsa kurtulmaz bu tûfân-ı muhabbetten…”

“Rabbim bu teveccühlerinizi üzerimizden kaldırmasın!”

“Ali’yi sevdik bir kere; kâr-zarar ortak.”

“Sevgilerinizin devamını en derin hislerle niyaz ederim.”

“İltifatlarınız inşallah nezd-i ilâhîde hüsn-i şahadete vesile olarak tecellî eder.”

Bunlar gibi daha nice yol gösterici ve tevâzu şâhikası ifadeleri sık sık kullanarak muhataplarının kalplerini yoğurur, gönüllerini alırdı.

Tanıştığı ve sevdiği gençleri birer emanet bilir ve her türlü maddî-mânevî âfete karşı âdeta bir hafaza meleği gibi korurdu. Bir fidenin yeşermesi için binlerce dikene minnet eder, her türlü haşereye karşı bizzat karşı durur, zararlarını defetmek için tıynetlerine göre türlü türlü yollarla mücadele ederdi. Bazen gençlerin elinden tutar, bizzat uzak illere kadar götürür ve emin ellere teslim ederek geri dönerdi.

Muhtereme validelerini sık sık hürmetle anar ve derdi ki:

“Çok uzun seneler yanımda yaşayan annemin çocukluk zamanlarım da dâhil olmak üzere hiçbir zaman dirseklerinin üstünü görmedim.”

Böyle bir annenin terbiyesinde yetişen Ali Amca, başta eşi ve çocukları olmak üzere bütün insanlara karşı çok merhametliydi. Hanımı hakkında şu vurguyu yapardı:

“Altmış seneyi aşkın beraberliğim var. İncitmedik de incinmedik de.”

Sohbetlerinde yine derdi ki:

“İnsanın evlâdıyla dost olması başkadır.”

“İnsan çocuğunun tahtını yapar, bahtını yapamaz!”

Bu bakımdan yeni doğan çocuklar hakkında: «Allah, alın yazısını güzel etsin!» diye dua ederdi.

Müptelâlara çok acır, fakat müptezellere asla merhamet göstermezdi. Meselesi şahıslarla değil davranışlarla idi. Bunlarla ilgili yüzlerce hikâyesi mevcuttu.

Bu meselede;

“Düşkünlerin de anne-babaları vardır. Ne ümitlerle büyütülmüşlerdir. Onlara dua etmek bir nevi şükür ifadesidir, hangi müptelâ iptilâsından memnundur?” derdi ve Neyzen’in;

«Aah ben halkayı koparanlardanım.» ifadesiyle kendi nefsini levmetmesini/kınamasını kurtuluşuna vesile sayardı.

O, bir Mevlânâ âşığıydı. Mesnevî’nin altıncı cildini çokça okur ve ağlardı. Tâhiru’l-Mevlevî’nin bütün eserlerini istinsah etmişti. Hazret-i Mevlânâ’ya göre Hüsamettin Çelebi ne ise Tâhiru’l-Mevlevî’ye göre Ali Efendi öyleydi. Dîvânının ikinci cildini uzun bir şiir ile ona ithaf etmişti. Ekmeleddin İHSANOĞLU’nun bastırdığı, «Hâtıralar»ın orijinalleri de Ali Amcadaydı.

Edebiyatı severdi. Hâfızasında dîvan edebiyatının büyüklerinden yüzlerce beyit vardı ve yeri geldiğinde okuyuverirdi. Özellikle Şeyh Gālib ve Yûnus Emre’yi dilinden düşürmezdi. Gālib’in na‘t-ı şerîfini çok duygulu okurdu.

Büyük bir kütüphane sahibiydi. Kendisine ulaşan kitabı tazimle eline alır, yazarı hayattaysa dua eder, hayatta değilse rûhuna Fâtiha okuduktan sonra açar ve okurdu. Kütüphanesindeki bütün kitapların yerlerini bilirdi. Sevdiklerine kitap hediye etmeyi çok severdi.

Uzun yaşadı ve o da akranları gibi büyük sarsıntılara göğüs gerdi, hanesi basıldı, kütüphanesi ayaklar altında çiğnendi. Ayrıca bu bahiste kendisini üzen iki hâdiseyi de acı acı vurgulardı. Birincisi hakkında:

“Evlâdım bu gözler, tarihî mezarlığın güzelim mezar taşlarının mıcır yapılıp Bandırma sokaklarına serildiğini gördü…” derdi.

İkinci hâdise, onun ihtiyar amcasının Üsküp’ten kalkıp, Romanya üzerinden kaçak olarak Türkiye’ye gelişi… Ali Amca, ihtiyar amcasının hiçbir şey demeden önce büyük bir şaşkınlıkla; «Te be hepiniz de mi öldünüz evlâdım?» deyişini, o günkü heyecanla anlatırdı. Meğer harf devriminden sonra mektuplar açılıp eski Türkçe yazılanlar imha edildiğinden karşılıklı mektuplaşma mümkün olamamış ve dışarıdaki amca, «bunların başına ne geldi acep?» deyip yollara düşmüş.

Uzun uzun mektuplar yazardı. Bunların hitap kısmı kişinin makam ve hâline göre seçkin ifadeler ihtiva eder, sonu ise tatlı ve latif dualarla biterdi. Metnin diğer kısmında nükteler, latîfeler, müjdeler ve gerektiğinde ikazlar yer alırdı. Mutluluklarını paylaşmaktan hoşlanırdı ve mektuplarında da ifade ederdi. Mektup bittikten sonra onu tekrar tekrar okur ve edebî bir metin hassasiyeti ile belli bir süre dinlendirdikten sonra gerekli düzeltmeleri yapar ve ondan sonra gönderirdi.

Maalesef gözlerinin yükünden kurtulması/bir hastalık dolayısıyla artık net görememesi, onu kitaplarından ve çok uzun yıllar aksatmadan tutmaya devam ettiği günlüklerini yazmaktan mahrum bıraktı. Telefon numaralarını göremediği hâlde çoğu zaman sevdiklerine takaddüm ederlerdi.

Çok güzel ve temiz giyinirdi. Ziyaretine gitmek için müsaade arz edildiğinde bir saat kadar mühlet ister ve o müddet zarfında çoğu kez gusül alarak misafirini karşılardı. Son hastalığında şuurunun açıldığı anlarda görüntüsünü merak etmiş ve düzeltilmesini istemişti. O durumda bile tıraşının yapılmasına çok memnun olmuştu. Kendilerine yapmış olduğumuz latifelere beraberce gülüşmüştük.

Zâhir ulemâsına son derecede hürmetkârdı.

Bir keresinde sınıf arkadaşım Dr. Zeki ERKORKMAZ ile Bandırma’ya Ali Amcayı ziyarete gidiyorduk. Yolda da vakti değerlendirmek için; «Ebussuud Efendi’nin Fetvaları»nı okuyorduk. Kitapta bir yere geldik ki artık okuyamaz olduk. Fetva Yûnus Emre’nin bir şiiriyle ilgiliydi ve çok katı hükümler içeriyordu. İki arkadaş o andan itibaren hiç konuşmadık ve kitabı Ali Amcanın yanına götürmeye utandığımızdan dolayı onun «süthane»sine bıraktık.

Yanına vardığımızda Ali Amcayı çok neşeli ve heyecanlı bulduk. İçinde bulunduğumuz yılın, UNESCO tarafından «Yûnus Emre Yılı» ilân edilmesi onu çok mutlu etmişti. Heyecanla konuşmaya başladı:

“Evlâdım mutlaka birileri; «Kimdir bu Yûnus Emre?» diyecek ve onu okuyacak. Onu okuyan da İslâm’la tanışmış olacak. Görüyor musunuz insan, asırlar ötesinden nasıl hidayet vesilesi olabiliyor?”

Sözün burasında Dr. Zeki Bey’le göz göze gelerek biraz üzüntülü ve buruk bir hâlde yoldaki hikâyemizi bizimle aynı teessürü paylaşır umuduyla Ali Amcaya naklettik. Bir müddet sustu. Sonra o sükûnet hâli içerisinde tebessümle dedi ki:

“Evlâdım, zâhir ulemâsı Cenâb-ı Hakk’ın korularının bekçileridir. Bu korular mekruhlardır ve buralara kimseyi sokmazlar, girmeye teşebbüs eden velev ki Yûnus Emre olsun. Onlar aralarındaki meseleyi sonra özel olarak hallederler.”

Bu izahtan sonra Ebussuud Efendi hakkındaki duygularımızdan dolayı doğrusu çok utandık.

Son anlarında çok sevdiği iki dostu tarafından ziyaret edildi.

İlki âmâ idi ve tekerlekli iskemleyle ziyaretine gelmişti. Ali Amca o sırada çok ağır durumda olduğu için kapıda dua edip ayrıldı. Daha sonra düzeldi ve telefonla birbirleriyle görüştüler, iki nehrin kavuşması gibiydi, birbirlerine çok büyük iltifatlar ettiler ve birbirlerinden helâllik aldılar, bizlere de; «Beni gönlünüzden çıkarmayınız!» buyurdular.

Son ziyaretçi ise büyük dosttu, hem de senelerce önce çok yakınlarına müjdelediği dostunun dostuydu. Karşılıklı nazarlar çok şefkatliydi. Acılı kerîmelerine o büyük dost; “Babanız bizlere bir edeb numunesi…” buyurdular.

O tevâzu âbidesi, kalabalık bir sevenler topluluğu tarafından çok güzel bir şekilde uğurlandı. Fakat ona karşı küçük bir kusurumuz oldu. Bahsetmeden geçemeyeceğim.

Nasıl ki Hazret-i Peygamber, o yüce ahlâk-ı Muhammedîsi ile örnek olarak vefatlarından önce: «Kimin benim üzerimde hakkı varsa gelsin alsın! Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım!» demiş ve herkesten helâllik almışsa Ali Amca da ebedî istirahatgâhına uğurlanırken bu ifadelerin bir telmihi olarak musallada söylenen; «Merhûma hakkınızı helâl ediyor musunuz?» sualine bizlerden volkan gibi patlayacak bir coşkuda; «Helâl ediyoruz!» nidasını duymak isterdi. Çünkü o, hayatı boyunca bu şekilde haklarını bir cenazenin ardından coşkuyla helâl eden kimseleri daha çok severdi. Elbette ki bu sebeple bu sadayı kendi hakkında da talep ederdi. Fakat cenaze namazını kıldıran şahsın büyük bir ihtimalle heyecanından ve fart-ı muhabbetinden; “Onun bizden helâllik istemesine ne hacet, asıl biz ondan helâllik isteyelim.” deyiverip de Hazret-i Peygamber’in bile kendisi hakkında iki taraflı gerçekleştirdiği son helâlleşmesini Ali Amca hakkında unutması, garip bir tecellî oldu. Bu unutmayı Ali Amcanın meşrebince bir hikmet ile değerlendirip kimseyi de asla kınamaksızın idrak etmek gibi bir hatırlatmanın yanında şunu da onun mânevî bir evlâdı olarak ve siz okuyucularımızın affınıza sığınarak talep ediyorum:

Sadece Ali Amcamızı sevindirmek için hepiniz hakkınızı helâl ediniz.

Eminim yüreklerinizden birer Fâtiha ile yükselecek olan; «Helâl ediyoruz!» sadasını Ali Amcamız işitecek ve bu sada, onu sürura gark edecektir.

Çünkü o, dostlukların karşılıklı ifade edilmesini seven bir dosttu.

Candan bir dosttu.

Dostsuz yaşayamazdı. Derdi ki:

“Evlâdım gençliğimizde öğretmişlerdi, günlerce yeme-içme olmadan yaşanabilir fakat dostsuz bir an dahî yaşamak mümkün değil.”

Bu hususta;

Mezarımı yol üstüne kazsınlar,
Doost gelir de belki bana can gelir.

beytini dilinden düşürmezdi.

İstediği gibi de oldu.

Bandırma’da yol üstünde dostlarının rahatça ziyaret edebileceği Tekke Camii hazîresine defnedildi.

Allah şefaatine nâil eylesin.

Âmîn…