İki Kavram İki Dünya FETİH VE İSTÎLÂ

Dr. Harun ÖĞMÜŞ

harunogmus@yuzaki.com

Fetih, «açmak» mânâsında Arapça asıllı bir kelimedir. «Kapıyı ve pencereyi açmak» örneğinde olduğu gibi müşahhas varlıklar hakkında kullanıldığı gibi; mecâzen, duyularla idrak edilemeyen mücerret konularda da kullanılır.1 Mecâzî anlamı da kendi içinde ikiye ayırmak mümkündür: Biri, «ülkeler ele geçirmek, servet ve sâmân elde etmek» gibi maddî bir boyuta; diğeri ise, «daha önce meçhul olan ilimler keşfetmek» gibi mânevî bir boyuta sahiptir. Nitekim; “Biz Sana doğrusu açık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, Sen’in geçmiş ve gelecek günahını bağışlar.” (Fetih 48/1-2) mealindeki âyetler, Rasûl-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, küçük hatalarının bağışlanmasını sağlayacak övgüye değer makamların ve sevap elde etmesine vesile olacak ilim ve hidayet hazinelerinin ihsanı olarak da tefsir edilmiştir.2

Fetih kelimesi, Türkçemizde daha çok «bir yeri savaşarak düşman elinden almak» anlamında kullanılmaktadır. Bununla birlikte, aynı anlamdaki istîlâ ve işgal ile aralarında önemli bir nüans vardır. O da, fethin, i’lâ-yı kelimetullah, yani Allah kelimesini yüceltmek gayesine mâtuf olarak yapılan cihad neticesinde Müslümanların nâil olduğu ilâhî bir lütuf olmasıdır.

Nefis ve şeytanı yenmek için gayret göstermek mânâsına da gelen cihad; din, vatan, namus gibi mukaddes değerleri korumak ve tebliğin önündeki engelleri kaldırmak gayesiyle yapılan savaştır. Bu sebeple cihadda aslolan insanların kazanılmasıdır, toprak elde edilmesi değil! Herhangi bir coğrafyada yaşayan insanların İslâm hakkında sağlıklı bilgi edinmesinin önündeki engeller kaldırıldığında cihad, amacına ulaşmış demektir. Artık oradaki insanlar Müslüman olup olmamakta serbesttir.

O hâlde ülkeler ele geçirmek, ganimet elde etmek, şöhret ve şan kazanmak için savaşmak cihad değildir. Zaten bu maksatları gözeterek savaşanlar, cihad sevabından mahrum kalırlar.

İşte bu ruhla yapılan cihadın bir neticesi olan fetih, meşrûiyetini Fetih Sûresi’nin yukarıda mealini verdiğimiz âyetlerinden alır. Ancak fetihte, yukarıda işaret ettiğimiz maddî ve mânevî boyutlarının her ikisinin de bulunduğunu düşünmek lâzımdır. Hattâ cihadın yapılış gayesi nazar-ı dikkate alındığında mânevî boyutu ön plândadır. Zaten Fetih Sûresi’nin Hudeybiye Musâlâhası’nın hemen akabinde nâzil olması ve sûrede kastedilen fethin -isabetli olan görüşe göre- bizzat bu musâlâhanın kendisi olması da bunu gösterir.3

Bilindiği gibi Hudeybiye Musâlâhası’nda herhangi bir yer ele geçirilmediği gibi yapılan anlaşmanın maddeleri de görünüşte Müslümanların aleyhineydi. Ancak barış ortamı sayesinde insanların Müslümanlarla daha kolay irtibat kurabileceklerini, böylece İslâm’ın getirdiği prensipleri ve dünya görüşünü daha sıhhatli değerlendireceklerini gören Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu anlaşmayı imzalamış, Allah Teâlâ da Fetih Sûresi’ni inzâl ederek O’nun bu davranışını tensip etmiştir. Nitekim müşriklerin, anlaşmanın maddelerini ihlâl etmeleri üzerine gerçekleşen Mekke fethine kadarki iki yıllık zaman diliminde İslâm’ın Arabistan’da büyük ölçüde tanınıp yayılması ve hattâ komşu ülkelerin idarecilerine dini anlatan elçiler gönderecek kadar mesafe kat edilmesi, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in stratejik dehâsını gösterdiği gibi Kur’ân’ın da gaybî haberler ihtiva eden mûcizevî yönünün ispatıdır. Ayrıca fetihte asıl olanın toprak ve ülke elde etmek olmayıp gönül kazanmak olduğu gerçeğinin Kur’ân nassıyla sabit, açık bir delilidir.

Fethin mânevî boyutunun ön plânda olduğunun bir diğer delili ise, Rasûl-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tatbikatıdır. O’nun, Rusya hariç tüm Avrupa kıtasına eşit büyüklükteki geniş bir coğrafyada yaşayan, yıllarca süren kan dâvâları sebebiyle birbirine husumet besleyen Arap kabilelerini 23 yıl gibi kısa bir süre içinde tek bir ideal ve tek bir bayrak altında toplaması, tarihte emsali olmayan bir hâdisedir. Eğer fethin gayesi insan unsuru olmasaydı, daha Mekke’de iken kendisine yapılan krallık tekliflerini kabul eder, yıllarca sıkıntı çekmesine gerek kalmadan kolayca hedefine ulaşırdı. Ancak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kurdukları imparatorluklar ölümlerinden sonra dağılan cihangirler gibi kuru bir saltanat için değil, kıyâmete dek bâkî kalacak bir dâvânın insanlarca benimsenmesi için mücadele ediyordu. Nitekim vefatına yakın nâzil olan Nasr Sûresi’nde, insanların fevc fevc Allâh’ın dinine girmeleriyle fethin birlikte zikredilmesi de, fethin asıl gayesinin insanı kazanmak olduğunu göstermektedir.

Tarih boyunca yapılan İslâm fetihlerinde de bu gayeye genel olarak riayet edilmiştir. Barbarca baskıların yapıldığı Endülüs ve Rumeli coğrafyasındaki bazı yerler istisnâ edilirse fethedilen yerlerin bugün hâlâ Müslümanların elinde olması bunu gösterdiği gibi, fetihlerin ne kadar başarılı olduğunu da ortaya koyar. Hususiyle fethedilen yerlerin Bizans ve Sâsânîler gibi kadîm ve köklü medeniyetleri olan devletlere ait olduğu dikkate alınırsa bu başarının büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Bilindiği gibi güçlü olan medeniyetler mağlûp olsalar bile bir müddet sonra galipleri potalarında eritirler. Bunun en güzel örneği Moğollardır. İslâm âlemini doğusundan merkezine kadar çiğneyip geçmelerine ve büyük tahribat yapmalarına rağmen bir asır içinde İslâmlaşarak istîlâ ettikleri ülkelerin halkı içinde eriyip gitmişlerdir. Hâlbuki İslâm, hâkim olduğu coğrafyalardaki Yunan, Fars ve Hint gibi eski ve güçlü medeniyetlerden yararlanarak yepyeni bir medeniyet inşa etmiş, asırlarca oluşturduğu bu birikimi Avrupa’ya da aktararak insanlığın bugünlere gelmesine büyük katkı sağlamıştır.

Bu parlak fütuhâtı gerçekleştiren ecdadın torunları olarak bugün bizim üstümüze düşen öncelikli vazifelerden biri, kültür ve medeniyetin temelini teşkil eden kavramlara sahip çıkmaktır. Sahip çıkmamız gereken kavramlardan biri de, bu yazıda anlatmaya çalıştığımız fetih kavramıdır. Fetih kavramı, -maâzallah- istîlâ olarak anlaşılırsa medeniyetimiz de istîlâya uğramış demektir. İstikbâlde biz olarak kalabilmemiz için, bizi biz yapan değerlerin bekçileri olan kavramlarımıza çok iyi sahip çıkmalıyız. Fethin istîlâ ile ne alâkası olabilir? İkisi arasında dünyalar kadar fark vardır. İstîlâ yıkmak, fetih ise yapmak ve gönül almak demektir:

Bin gönül alsa bir an kaydını çekmez ârif
Mülk alıp kendine beyhûde yük eyler sultan (Hârun)

1 Bkz. Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, fth md.
2 Bkz. Râgıb, Müfredât, fth md.
3 Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân ‘an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, I-XXVI, nşr: Abdullah bin Abdülmuhsin et-Türkî, 1. Baskı, Riyad: Dâru Âlemi’l-Kütüb, 2003, XXI, 238.