Abbasîler Dönemi-II (750-1258) HARUN REŞİD DÖNEMİ

Ahmet MERAL

ahmetmeral@yuzaki.com

Beş yüz yıl devam eden Abbasîler dönemi İslâm tarihinin dördüncü büyük halkasını oluşturur. Bu dönemin en parlak yılları Harun Reşid’in iktidar dönemidir. Bu dönemde, Bizans’la yapılan savaşlarda başarılı olmak, sınır güvenliğini sağlamak ve İslâm dinini yaymak amacıyla Diyarbakır’dan Tarsus’a uzanan hat boyunca Avâsım ismi verilen ordugâh şehirleri oluşturuldu. Bizans’a akınlar tekrar başladı. Abbasî ordusu Konya’ya kadar geldi. Zor durumda kalan Bizans İmparatoriçesi İrene yılda 90 bin dinar vergi vermeyi kabul edince ordu Bağdat’a geri döndü.

Bizans’la savaşılırken Batı Avrupa ile daha çok barışa yönelik bir ilişki geliştirilmişti. Nitekim Frenk Kralı Şarlman, Harun Reşid’e elçiler göndererek Hıristiyanların Kudüs’ü serbestçe ziyaret etmelerine izin verilmesini istedi. Harun Reşid, Şarlman’ın bu ricasını kabul etmekle kalmamış, ona elçiler vasıtasıyla içerisinde henüz Avrupa’da bilinmeyen çalar saatin de bulunduğu hediyeler göndermişti.

IX. yüzyıl başlarında halîfelik; dünyanın en zengin ve güçlü devleti, başkenti Bağdat da medeniyetin merkeziydi. Bu kentte bin tane diplomalı hekim, ücret alınmayan büyük bir hastane, düzenli bir posta hizmeti, bazıları Çin’de şube açmış olan birçok banka, mükemmel bir su kanalı şebekesi, bir atık su sistemi ve bir kâğıt imalâthanesi bulunmaktaydı. Su kanalı şebekesi; Harun Reşid’in, bu iş için 23 milyon dinarlık bağış yapan eşi tarafından finanse edilmişti.

Ünlü romancı Amin Maalouf, doğuya geldiklerinde henüz deri üzerine yazmakta olan batılıların buğday samanından kâğıt imal etme sanatını Suriye’de öğreneceklerini yazarak Bağdat’ta yükselen İslâm kültür ve medeniyetinin geldiği noktayı ortaya koymaktadır.

BAŞKENT BAĞDAT

Başkent Bağdat, ticaret yollarının kesiştiği bir noktada kurulmuştu. Anadolu ve başta Çin olmak üzere Uzakdoğu’dan gelen yollar burada birleşiyordu. Orta Asya’dan Endülüs’e kadar uzanan İslâm dünyasının ünlü bilginleri kısa zamanda bu yeni kentin cazibesine kapıldılar. Filozoflar, matematikçiler, şairler, sanatçılar, toplum fertlerini nefsin azgın isteklerine karşı hazırlayan cemaat liderleri akın akın gelerek Bağdat’ta toplandılar.

Bağdat, bin bir gece masallarında anlatılan refahın doruğuna Halîfe Harun Reşid zamanında ulaştı. İlerleyen dönemlerde tarıma dayalı zenginliği artan Bağdat, aynı zamanda bölgenin önemli bir ticaret ve kültür merkezi hâline geldi. Ortaçağ’da dünyanın hiçbir şehrinin nüfusu henüz 100 binlere ulaşmazken, bütün İslâm dünyasının merkezi konumuna gelen Bağdat, çok sayıda fikir ve ilim adamının yaşadığı, akademi çapında okulların açıldığı, bir milyona ulaşan nüfusuyla göz kamaştıran bir dünya şehri idi.

TERCÜME HAREKETLERİ VE BEYTÜ’L-HİKME

İslâm dünyasında âlimlerin yetişmesinde kütüphaneler önemli rol oynamışlardır.

İlk kütüphane Bağdat’ta Harun Reşid zamanında kuruldu. Harun Reşid’in veziri Câfer bin Yahya el-Bermekî ise ilk kâğıt fabrikasını kurmuştur. Temelini Harun Reşid’in attığı ve Me’mun’un çeşitli kitaplarla zenginleştirdiği Beytü’l-Hikme, Abbasîler döneminde Bağdat’ın en büyük kütüphanesine sahipti. Beytü’l-Hikme Araplara ait her çeşit kitabı ihtiva eden halka açık bir kütüphane idi. «Hizânetü’l-Hikme» veya «Hizânetü’l-Kütüb» denilen kütüphaneler birer öğretim müessesesi olarak da büyük hizmet vermişlerdir. Bunların en önemlileri Beytü’l-Hikme, Büveyhî veziri Sabur bin Erdeşir’in kütüphanesi ve Mustansıriyye Medresesi kütüphaneleridir.

Beytü’l-Hikme’nin binaları tarihte ilk defa Dicle nehrinin solunda Rasafe bölgesinde 800 yılında Harun Reşid’in kızı Ümmü Habib adına inşa edilmiştir.

Halife el-Mansur’la birlikte yoğun tercüme faaliyetleri, felsefe metinleri ve farklı bilim dallarıyla ilgili kitaplar İslâm dünyasında tenkit mantığının gelişimine zemin hazırladı. Bu doğrultuda yeni telif eserler yazıldı. Müslümanlar tercüme eserler yoluyla ödünç aldıkları Antik-Yunan bilimini yeniden yorumlayarak bambaşka bir çehreye büründürmeyi başardılar.

Hıristiyan dünyası da Yakın Doğunun hâkimi Müslümanların İran, Suriye ve Mısır’dan taşıdıkları bilgilerden yararlandı ve bilhassa İspanya; Arap-Yunan medeniyeti ile batı medeniyetinin kültür takasının yapıldığı yer oldu.

Araplar, Suriye ve İran’ı fethettikleri zaman, Yunan ve Hint düşüncelerinin buluşmasıyla zenginleşmiş ileri bir medeniyetle ilişki kurdular. Bir yandan Sâsânîlerin yaydığı Yunan kültüründen yararlanırken bir yandan da Hint medeniyetinin ve felsefesinin elemanlarını İslâm ilkeleriyle birleştirerek yepyeni bir karışım ve oluşum meydana getirdiler.

IX. yüzyıldan itibaren muazzam İslâm coğrafyasının tek bir merkezden yönetilmesinde büyük güçlükler baş gösterdi. Bu durumu aşmak için geniş yetkilerle donatılmış «emîr-i ümerâlık» sistemine geçildi. Bu sistemin gereği olarak eyalet valilerinin yetkileri oldukça artırılmıştı. Bu yetkileri daha da abartarak yorumlayan bölge valileri, zamanla İslâm dünyasının parçalanmasına yol açacak yeni bir dönemi başlattılar. Bu dönemin sonunda halîfeler, siyasî etkilerinin sadece Irak’la sınırlı kaldığı, diğer İslâm beldelerinde ise sadece rûhânî ağırlığı olan güçsüz bir vaziyete düştüler. Esasen Abbasîler, Emevîler’in aksine, dünyevî otoriteden daha çok rûhânî otoriteye eğilimli bir iktidar anlayışına sahipti. Halîfeler toplum içerisinde dinî merasimlere dikkat eder, rûhânî liderliklerine zarar verecek alenî uygunsuzluklardan kaçınırlardı.

Parçalanma süreciyle beraber Kuzey Afrika’da Ağlebîler, Fatımîler; Mısır’da Tolunoğulları ve İhşidîler; Suriye’de Hemdânîler; Horasan’da Büveyhoğulları; İran ve Horasan’da Samanoğulları bu parçalanmanın mahallî yansımalarını oluşturmuşlardı. İspanya’da Endülüs Emevîleri zaten 756 yılında istiklâlini ilân etmişti. Bu dönemden itibaren İslâm dünyası bir daha bütün Müslümanları kapsayan bir bütünleşmeyi yakalayamadı. Bu bütünlüğe en çok yaklaşabilen İslâm devleti, 15 ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Devleti oldu.

ABBASÎLERİN YIKILIŞI VE MOĞOL İSTîLÂSI

13. yüzyıla gelindiğinde Abbasî halîfeliğinin maddî ve mânevî nüfuzu giderek azalmıştı. Halîfenin siyasî gücü Irak’ın ancak yarısını kapsamaktaydı. Büyük Selçuklu Devleti parçalanmış, Mısır’da Eyyûbîler, Güneydoğu Anadolu’dan Hicaz’a kadar uzanan bir hâkimiyet kurmuşlardı. İslâm dünyası yoğun Haçlı saldırıları altında büyük bir çalkantı içerisine girmişti. Diğer taraftan Moğollar; Cengiz Han idaresinde Çin’e karşı yaptıkları başarılı akınlardan sonra, 1218 yılından itibaren batıya yönelerek İslâm dünyasını istîlâ etmeye başladılar. Hârizmşahlar Devleti’nin ortadan kaldırılmasından sonra İran ve Irak’ta Moğollar’ın karşısında duracak kuvvet kalmamıştı. Moğollar Semerkant, Buhara, Taşkent, Hârizm, Belh gibi şehirleri yerle bir ederek batıya doğru ilerliyorlardı.

Cengiz Han’dan sonra da Moğol İstîlâsı devam etti. Onun torunlarından Hülâgû, İran’da son mukavemetleri kırarak 1258 yılının Ocak ayında Bağdat önlerine geldi. Bağdat Moğollar’a karşı dayanacak güçte değildi. Barış teşebbüslerinden de hiçbir müspet netice alınamayınca son Abbasî Halîfesi Musta’sım, devlet erkânı ile birlikte teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Hülâgû, teslim olanların hepsini idam ettirdi. Kuruluşundan kısa süre sonra parlak dönemi iç çekişmelerle solan, büyüklüğü ve zenginliği sebebiyle devamlı saldırılara uğrayan, beş asırdan beri İslâm dünyasının başşehri durumunda olan Bağdat, 1258 yılında 800 bin kişinin kılıçtan geçirildiği Moğol İstîlâsı’yla bir daha eski ihtişamına ulaşamayacak şekilde yıkıma uğradı. Bütün İslâm şehirlerinde olduğu gibi Bağdat da dünya tarihinde eşine pek az rastlanır cinayetlere şahit oldu. Bütün medenî müesseseler Moğollar tarafından yerle bir edildi. Camiler ahır hâline getirildi; kütüphaneler tahrip edildi, kitaplar yakıldı veya Dicle Nehri’ne atıldı.

Moğolların Bağdat’ı işgali İslâm tarihinde büyük bir felâket olarak kabul edilmektedir.

750-1258 yılları arasında hüküm süren Abbâsîler, İslâm tarihinde Osmanlılardan sonra en uzun ömürlü hânedandır.