Saadetin Sırrı: MADDE VE MÂNÂ DENGESİ

Dr. Harun ÖĞMÜŞ

harunogmus@yuzaki.com

Her şeyin, maddî ve mânevî olmak üzere iki cephesi olduğu söylenebilir. Varlık, fizik ve metafizik olarak; din, prensipler ve onlarla hedeflediği amaçlar olarak; insan, beden ve ruh olarak; kelimeler, lafız ve mânâ olarak… hep çift cephelidir.

“Biz her şeyi çift olarak yarattık.” (Zâriyat, 51/49) âyetindeki «çift» kelimesini buna bir işaret olarak anlamak da mümkündür. Nitekim; “Nefisler eşleştirildiğinde…” (Tekvîr, 81/7) âyetinin, «ruhların bedenlere girmesi» olarak tefsir edilmesi de bunu teyit eder.

Madde, müşahede ve idrak edilebilir cepheyi, mânâ ise maksat ve faydayı sağlayan cepheyi temsil eder. Madde bir kâse, mânâ ise onun içindeki içecek gibidir. Kâse olmadan içecek muhafaza edilemez. İçecek olmadığında ise kâsenin bir faydası yoktur. Varlığın nizamı, fıtratın gereği ve saadetin sırrı, birbirini tamamlayan bu iki unsur arasında bir denge kurup itidali muhafaza edebilmektedir.

Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’ın en şiddetli muhalifleri, dinin sadece şeklî yönünü esas alan Ferisî mezhebi mensubu âlimler olmuştu. Belki de buna bir reaksiyon olarak, Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’ın ümmetinin ikinci nesli ve daha sonrakiler, şeriat hükümlerini oluşturan dinin şeklî yönünü -neredeyse- tamamen iptal ederek veya kendilerini onunla mes’ul görmeyerek ruhbanlığı icat ettiler. Denge, -tabir caizse- Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’dan önce mânâ aleyhine bozulmuşken, ondan sonra da -Avrupa’da Rönesans, Reforma kadar- madde aleyhine bozuldu.

Fıtrat dini olan İslâm, insanın hem bedenî hem de rûhî ihtiyaçlarını dikkate aldı. Bununla mütenasip olarak, getirdiği prensipler ile onlar sayesinde oluşmasını isteği amaçlar arasında da bir muvazene sağlayarak dengeyi bir daha bozulmamak üzere yeniden kurup mûtedil bir ümmet inşa etti. 2

Bununla birlikte, sonraki asırlarda gelişen ve birbiriyle rekabet hâlinde birçok ekolü içinde barındıran fıkıh ilmi, daha çok dinî hükümlerin zâhirini inceliyor ve şekil şartlarını ortaya koyuyordu. Tabiatıyla bu, onların yapılış amaçlarını, zaman zaman göz ardı etmesine sebep olabiliyordu. Dinî hükümlerin daha çok derunî yönünü göz önünde bulundurarak mânevî temizliği ve ahlâkî faziletleri ön plânda tutan tasavvufun gelişmesinde, fıkhın görünüşe itibar eden bu tavrının mühim bir âmil olduğu muhakkaktır. Tarih boyunca fukahâ ve mutasavvıflar arasında zaman zaman meydana gelen münakaşalar da bunun bir delilidir.

Fıkhı dünyevî bir ilim, fukahayı ise bugünkü avukatlara benzetebileceğimiz bir mevkide gören İmam Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn adındaki dev eserinde, özü muhafaza eden şekil ve görünüşü büsbütün reddetmemekle birlikte, sade şekil şartlarını gözetmeyi de tasvip etmeyerek, dinî emirlerle onların yapılış hikmetlerini ve bunlar arasındaki mükemmel dengeyi günümüzde bile tazeliğini koruyan harikulâde bir güzellikte yeniden açıkladı.

İmam Gazzâlî’yi ve eserini değerlendirmek haddimiz değil. Ancak şu kadarını söylememize müsaade buyurulsun: Okuyucuyla sohbet edercesine samimî bir üslûpla yazılan, muhatabına kuru bilgiler vermekten çok, hayatına aksettireceği güzel davranışlar kazandıran İhyâu Ulûmi’d-Dîn, bu hususiyetleriyle gerçekten adına lâyık bir şekilde din ilimlerine yeniden ruh üflemiştir. Fıkıh, usûl, mantık, kelâm, felsefe gibi zamanının tüm disiplinlerine hâkim olan ve bunların hepsinde dev eserler vermiş olan İmam Gazzâlî, bu eserinde -tabir mazur görülsün- âdeta bir «şahsiyet gelişimi uzmanı»dır. Tüm enerjisini, muhatabının nefsini tezkiye etmek ve onu rûhen geliştirmek için harcamaktadır. Zaten tasavvufun temel vazifesi ve tüm tasavvuf büyüklerinin maksadı da bu değil midir?

Kültürümüzde tamamen bu hedefe kilitlenen ve çağları aşan muazzam bir tecrübe mirasına sahip böyle bir disiplin dururken, teknolojinin gelişmesi sebebiyle maddenin çok ön plâna çıktığı günümüzde, yazarlarının çoğu papaz ve rahiplerden oluşan kişisel gelişim kitaplarının ve hele hele yoga ve benzeri Uzak Doğu âdetlerinin yaygınlaşması hazin bir gerçektir. Servet içinde fakr u zaruret çekilmesini andıran ve acı tebessümlere sebep olan bu hâl, ister istemez Hayâlî’nin meşhur mısraını hatırlatır:

O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler
Mâhî: Balık

Saadetin sırrı madde ve mânâ dengesini gözetmektir, demiştik. Eğer bu denge hakkıyla gözetilmezse, dinî bilgileri çok iyi edinsek bile yabancıların yazdığı kişisel gelişim kitaplarına, ibadetlerimizi düzenli olarak yapsak bile tatmin olmak için yoga gibi Uzak Doğu metotlarına ihtiyaç duymaya devam ederiz. Demek ki bilgilerimizi derunîleştirmemiz ve ibadetlerimizin mânâ ve rûhunu gözetmemiz gerekir.

Hiç unutmam: Bir bahar mevsiminde namaz kılmak üzere fakülte camiine giriyorduk. Zarif bir İstanbul beyefendisi olan Hattat Hüsrev SUBAŞI Hocamız, okul bahçesine dikilmiş rengârenk çiçekleri göstererek; “Bilmem ki, bunlara bakmadan camiye girenin namazı kabul olur mu?” demişti.

Madde ve mânâ dengesinin oluşturduğu ruh hâli işte budur! Tüm kâinatla barışık… Böyle bir ruh hâline sahip olan insandan hiç zarar gelir mi?

Bu hâli oluşturmayan ibadet, -ne kadar çok olursa olsun- kınanmayı hak etmez mi? Namazın kötülükleri ve hayâsızlığı engellediğini belirten Kur’ân,3 namaz kılıp da onun rûhuna uygun davranışlar sergilemeyen kimseleri kınamaktadır. 4 Dîvanlarımız da bunu terennüm eden beyitlerle doludur. Ancak biz, şairi bir şeyhülislâm olan şu meşhur beyti zikretmekle kifayet ediyor ve yazımıza onunla nihayet veriyoruz:

Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyâyı
Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî
(Şeyhülislâm Yahyâ Efendi)

1 Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm (I-IV), 1. Baskı, Beyrut: Dâru İbn-i Kesîr, 1994, IV, 563.
2 Bkz. Bakara, 2/143.
3 Ankebût, 29/45.
4 Mâûn, 107/4-7.