Gerçek Tahsil BEŞİKTEN MEZARA

M. Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

Eğitim ve öğretimde yaşanan olumsuzlukları istatistiğe vursak, karamsar bir tablo çıkar karşımıza.

Okula gidince sigaraya başlayan, okula gidince kötü alışkanlıklara bulaşan ve okula gidince gündemi eğitim ve öğretim olmaktan tamamen çıkan çocuklar, ciğerpareler, masumlar az değil.

Netice;

Eğitim sezonu kapandığında cehaletten kurtulamamış, rûhen yıkık ve şaşkın, fakat karneli ve diplomalı tiplerin, her geçen gün biraz daha arttığını görüyorsunuz.

Eğitim ve öğretim ters mi işliyor?

Okumak bu mu?

Nesli yetiştiren mekanizma nasıl çalışıyor?

Bu mekanizmanın içi bugün ne ile dolu?

Mevcut doluluk, ne durumda?

Neslin yetişmesi için kâfî mi; dimağları ve gönülleri doldurabiliyor mu?

Cevap için anne-babalar çocuklarına, öğretmenler de istisnaları bir tarafa bırakıp genel öğrenci profillerine baksa yeter!

Yığınla istatistiğin içinde gerçekten okuyanlar ne kadar?

Okumuşluk tabirine bütün özellikleriyle sahip olanlar, ne kadar? Ondayla mı, yüzdeyle mi, bindeyle mi, milyondayla mı söyleyeceğiz?

Okumak ve bilmek ifadesi, muhteva mı değiştirdi?

Belki.

Çünkü yüce kitabımızda buyurulan;

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” vurgusu, yer aldığı âyetin tamamı çerçevesinde ele alınmıyor.

O zaman bilmek ve eğitim, gerçek mânâ ve maksadına ulaşmıyor. İlle bir şeyler eksik kalıyor, defolar oluşuyor, boşluklar meydana geliyor; sonra da ne yapılsa, hangi yama vurulsa, netice bin bir «ama» etrafında tıkanıyor.

Öyleyse âyette buyurulan «bilenler» tabirinin nasıl bir tarif ve vasfa sahip olduğuna bir kere daha bakalım:

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer, 9)

Bilenler…

Her şeyden önce kul olduğunu bilenler.

Geceleri secde ve kıyam ile ibadet hâlinde olanlar.

Hayatı, her nefes âhiret endişesi içerisinde değerlendirenler.

Rahmet-i Rahmân’ı dileyerek ona sarılanlar.

İşte en güzel şekilde okuyup bilmekten ilk ve son maksat bu değil mi?

Yûnus’un dediği gibi:

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin bu nice okumaktır

Okumaktan mâni ne, kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emektir

Eğitimde bu şuura ermeden okuyanlar için fazla söze gerek yok. Onların durumunu anlatmak için Yûnus’un şu beyti kâfî:

Dosttur bizi okuyan üstümüzde şakıyan
Şimd’üç buçuk okuyan derin danışman olur

Üç buçuk derin danışman olarak yetişmeyi bırakıp da bugün kendini bilmek mantığında yetişen ilmî şahsiyetlere o kadar ihtiyaç var ki. İbnülemin, kendisini rahatsızlık verecek derecede fazla sıklıkta ziyarete gelen şahsı pek mânidar îkaz etmiş:

“Efendi, bize geldiğin kadar biraz da kendine gelsen!”

Kendine gelmek için şart olan kapı, kendini bilmek.

Bu da, Allâh’ı bilmenin kapısı.

Gerçek bilgi bu. İnsan, bu bilgi ile yücelmiş, şeref ve haysiyet kazanmıştır. Büyük maharetler ve kabiliyetlere nâil olmuştur. Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Topraktan yaratılan Âdem, Allah’tan öğrendiği ilimle yedi kat göğü aydınlattı. Şeytanın ağzını bir buzağı ağzı gibi bağladı.

Şu bir damlacık gönle, öyle bir inci düştü ki, Allah, o, inciyi denizlere de, göklere de vermedi. O incinin bilgini ve adalet sahibi olmak, eşsiz birer mânevî vasıftır.

Bu bilgi, bu hüner yüzündendir ki, denizlerde, dağlarda, ovalarda bulunan bütün yaratıklar, insana karşı âciz kaldılar, çaresiz hâle düştüler.

Kaplan da, arslan da, insandan fare gibi korkar. Timsah da, onun yüzünden coşmuş, köpürmüştür, deniz de. İnsandan, bunların ikisinin de ödü patlamıştır.

Yine insan korkusundandır ki cinler, periler sahillere sığınmışlar, her biri, bir gizli yere saklanmışlardır.

Bu yüzden insanoğlunun gizli düşmanı çoktur. Durumu anlayarak, çekingen ve ihtiyatla hareket eden kişi, akıllı kişidir.”

İnsanı insan yapan gerçek bilgiler, ilâhî bilgiler ile insana yük olan kuru bilgiler arasında Hazret-i Mevlânâ ince bir kıyasla şunları söyler:

“Gönül ehlinin bilgileri kendilerini taşır; beden ehlinin bilgileri ise, kendilerine yük olmuştur.

Gönle akseden, gönlü nurlandıran bilgi insana yâr olur, yararlı olur; fakat bedene vuran, bedende kalan bilgi sahibine yük olur. Çünkü Cenâb-ı Hak; «Din kitabını taşıyıp da onunla amel etmeyenler, kitap taşıyan eşeğe benzer.» buyurdu.

Bu sebepledir ki hakikati bildirmeyen, Hak’tan olmayan bilgi insana yük olur. Cenab-ı Hak’tan vasıtasız olarak, ilham yolu ile gelmeyen bilgi, gelin süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi durmaz, uçar gider.

Fakat çalışarak elde ettiğin bu bilgi yükünü iyi taşırsan ve öğrendiğini yaşarsan, etrafına yararlı olursan; yükünü alırlar, sana mânevî zevkler, hoşluk bağışlarlar.

Aklını başına al da bu bilgi yükünü şöhret için, dünyalık için, nefsanî arzular için taşıma; taşıma da gönlündeki ilâhî bilgi hazinesini gör.”

Çünkü insanın değeri ona göredir. Yani ilimde gerçek bilgiye/ilâhî tahsile göre, ibadette ihlâs ve takvâya göre, bedende cana göre, canda cânâna göre… Yine Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Dağarcığın ve kesenin değeri, içindeki altındandır. Altınsız dağarcığın ve kesenin hiç değeri yoktur. Aynı şekilde ilâhî bilgiden ve irfandan boş olan kitaplar da, içi boş keselere benzerler. (Aklı da gönlü de ilmi de irfanı da böyle düşün!)

Bil ki;

Bir et yığınından ibaret olan bedenin değeri candandır, canın değeri de cânandandır. Eğer şu can, îman nûru olmaksızın diri olsaydı, hiç kâfirlere Cenâb-ı Hak; «ölüler» der miydi?”

Bu bakımdan ilmin kemalini, gerçeğini ve doruk noktasını doğru anlamak ve beşikten mezara kadar onun tahsili içinde olmak mantığını iyi kavramalı.

Önce o ilme kulak vermeli, hem de can kulağını.

Çünkü evvelâ dinleyip duymak, işitmek lâzım; sonra da uymak. Çünkü duymanın temel ölçüsü, gönülden uymaktır. İnsan, ancak duyup da uyduğu zaman gerçek bilgiye ermiş olur. Duyup da uymayanlar ise, bilmeyenler sınıfına dâhildir. Bilmeyenler de bulmayanlar sınıfındadır. Meşhur Muhammediyye adlı eserinde Mehmed Bîcan bu hususu şöyle dile getirir:

Niçin ‘ilmin kemâlin duymayalar
Şular kim duymayalar uymayalar
Şular kim uymayalar bilmeyeler
Şular kim bilmeyeler bulmayalar

Hiç şüphesiz bu dünyada gerçek bilgi, ona uyulduğu/yaşandığı zaman ortaya çıkar. Nasıl bir tohum toprağa girmedikçe yeşermezse, bilgi de aynı şekilde gönül toprağına girmeden/yaşanmadan yeşermez. Yok hükmünde kalır.

Fakat gerçek tahsil neticesinde büyük hakikat can kulağıyla duyulup da ona uyulduğu vakit bilginin hakikîsi/ledün ilmi tecellî eder ve bulma/kavuşma gerçekleşir.

Bütün sahâbeye göre Hazret-i Ebûbekir’in farkı, işte bu muhteva içerisinde Hazret-i Peygamber’e olan bağlılığı idi. Onun duyması ve uyması bambaşka olduğundan bilmesi de bambaşka oldu, bulması da.

Bu hâli, Hazret-i Mevlânâ, onun dilinden Peygamber -aleyhisselâm-’a şu hitaplarla ifade eder:

“Ey insanlar arasından Hakk’ın seçtiği eşsiz varlık! Bu seçilişle cihanı dirilttin. Halkın geri kalmışlarını ileri götürdün. Bilhassa gerilerde kalan beni de aynı şekilde ufuklara yükselttin.

Gençliğimde rüyalar görürdüm, güneş bana selâmlar verirdi. Güneş beni yerden göğe çeker, yükseltirdi. Yükseklerde ona arkadaş olurdum. Ancak bir yandan da kendi kendime; «Bu rüya, olmayacak şey, ben boş yere hayallere kapılıyorum.» derdim. Sonra da; «Şu olmayacak şey, bu hâl benim hâlime uyar mı? Bu sıfat benim vasfım olur mu?» diye düşünürdüm.

Fakat Sen’i görünce kendimi gördüm. Ne mutlu bana, beni gösteren o güzel aynaya.

Sen’i görünce, muhâl olan olmayacak durum, bana hâl oldu. İmkânsız gibi görünen şey, imkân dâhiline girdi. Rûhum ululuklara gark oldu.

Ey kâinatın rûhu! Sen’i görünce, dünyaları aydınlatan güneşe karşı beslediğim sevgi söndü, güneş gözümden düştü.

Gözüm Sen’in lütfunla, ihsanınla yüce himmet sahibi oldu. Şimdi artık en yaldızlı dünya nimetleri bile beni cezbetmiyor.

Nur arıyordum, nurların nûrunu buldum.

Cennet peşinde idim. Nereden bulurum diye arayıp duruyordum, Sen’i bulunca, Sen’in her cüz’ün bana bir cennet gösterdi.

Biliyorum ki Sen’i övmem de bana göredir, bana nispetledir. Sen öyle yüksek, öyle eşsiz bir varlıksın ki, bu övmelerim bile, belki Sana göre bir kınamadır, bir hicivdir.”

İşte O’nu duymanın ve O’na uymanın, neticede O’nu bilmenin ve O’nu bulmanın tam anlamıyla yaşandığı gönül kıvamı.

Bugün eğitim dünyasında yığın yığın metotları ve sayfa sayfa lâkırdıları bir tarafa bırakıp da şu dört maddeyi gerçekleştirebilsek, her şey hâllolacak:

1. Dinleyerek duymak,

2. Duyarak uymak,

3. Uyarak bilmek,

4. Bilerek bulmak.

O zaman her kapı açılır.

O zaman insan, bilgilerin özüne/en yücesine de kavuşur. Gerçek ilmi tahsil etmiş olur. Yani mârifetullah ile dirilik kazanır. İlmi irfan hâline gelir.

O zaman maddî tahsilin de değeri bir şey ifade eder.

Aksi hâlde beşeriyet içinde nice insan kasapları her zaman türeyecektir. Bebeklere bile merhamet etmeyen bilgili vicdansızlar eksik olmayacaktır. Minicik çocukların damarlarını vampir gibi dişleyen bilgili şom ağızlar, zulüm sahnelerinde sırıta sırıta poz vermeye devam edeceklerdir.

Netice;

Gerçek tahsil ile yoğrulmayan vicdan da, akıl da, gönül de çoraktır, haraptır, sun’îdir, sağlam ve belirleyici değildir. Onlarda bediî güzelliklere, yüce hasletlere ve doğru davranışlara dair en hafif bir rüzgârda bile ağır bir yaprak dökümü yaşanır.

Bunun için eğitimin mayası, sırât-ı müstakim/dosdoğru hak ve hakikat yolunun kevseriyle yoğrulmalı. Hiçbir eğriliği bulunmamalı.

Ey ebediyet yolcusu;

Öyle bir dünyâdayız, her yolda vardır bir tuzak,
Öyle bir yol tut ki olsun eğrilikten tam uzak! (Seyrî)

İşte böyle bir mânâ ve gaye etrafında;

Taptuk Emre’nin kapısında kırk yıl gerçek bir tahsil gören Yûnus Emre, o mübarek eğitim ocağına getirdiği odunları bile dümdüz olanlarından seçiyordu. Her odun âdeta kalem gibiydi. Hocası sordu:

–Evlâdım Yûnus! Dağdaki odunların hepsi de böyle kalem gibi mi?

–Hepsi böyle sultanım!

–Hiç eğrisi yok mu?

–Sultanım, bilirim ki bu kapıdan eğrilik girmez.

İşte gerçek tahsilde terbiye anlayışı.

Bu anlayışla eğitim ocağına eğri odun bile sokmamış Yûnuslar. Elif gibi, kalem gibi, minare gibi yetişmişler, olgunlaşmışlar ve şahsiyette âbide olmuşlar.

Ya bizim eğriliklerimiz? Say say bitmez.

İşimiz bunları saymak değil;

Eğitim ve öğretim câmiasının tatile girdiği şu günlerde bir Yûnus muhasebesi yapmak. Eğitim ve ilimde beşikten mezara prensibini koyan bir yüce dinin fertleri olarak;

Kapısından girenlerin de çıkanların da eğri olmadığı bir eğitim ve öğretim sergileyebilmek…

O zaman hayat yolculuğu beşikten mezara değil, dünya eşiğinden sonsuz bahara olur.

Derler ki;

İnsan için iki cennet vardır. Biri cennet-i êcile/dünyadan sonra, yani buradaki kulluğumuza göre âhirette girilecek olan cennet. Diğeri de cennet-i ‘âcile/âhiretten önce, yani dünyada iken içine girilen cennet.

Birincisine girecek olanlar ve sıfatları malûm. İkincisine, yani dünyada iken verilen cennete girecek olanlar ise; nefislerini tezkiye etmiş, gönülleri mârifetullâha ermiş ve her ameli hayırdan ibaret olan kimseler.

Yani gerçek bilginin tahsili ve yaşanması, insana bu dünyada verilmiş bir cennet mesabesinde.

Onun için her tahsilin sonu var; gerçek tahsilinin sonu yok.

O tahsil, beşikten mezara…

Zamanımızda ne hikmetse, eğitimin geçer akçeleri arasında bu gerçek tahsil pek kaale alınmıyor. Yüksek faziletlere, öz mayaya, medeniyetimizin değerlerine, îmanlı şahsiyet olmaya dudak bükülüyor, omuz silkiliyor, kaş kaldırılıyor. Yıllar yılı bu yaklaşımlarla nice hazinelerden mahrum kaldık. Nice cevherleri zâyî ettik.

Hâlâ tuhaf bir Molla Kasım zihniyeti esmekte.

Bakınız hiç farkı yok;

Eğitim ocağına eğri odun bile sokmayan Yûnus, «âşıklar ölmez» diyerek bu cihandan göçüp gitmişti. Aradan yüz yıl geçti. Rivayete göre onun dîvânı Molla Kasım isimli bir şahsın eline geçti. Adam bir ırmağın kenarında mısra mısra sayfaları inceliyordu. Fakat o mısra-ı bercestelerin derin mânâlarını anlayamadı. Hikmetten, sırdan, incelikten, güzellikten ve hakikatten bîhaberdi. Hangi şiiri okusa dudak büküyor ve;

“Ne kadar saçma!” diyordu.

Bu şekilde dîvânı sayfa sayfa yırtıp atıyordu. Bir yandan da söyleniyordu:

“İnsanlar da bu saçmalıkları bir şey zannediyor!”

Sonra gözüne takılan bir beyitle birden durakladı. Şaşırmıştı. Bir daha okudu. Sonra bir daha;

“Bu nasıl olur?” dedi kendi kendine.

Yûnus Emre, açıkça kendisinden/Molla Kasım’dan bahsediyordu. Hem de şu an yaptığı kabalığı ve anlayışsızlığı da dile getirerek. Tekrar okudu:

Derviş Yûnus bu sözü eğri-büğrü söyleme
Seni sıygaya çeker bir Molla Kasım gelir

Derin bir teessürle;

“Eyvah!” diyerek yerinden fırladı.

Ne yapmıştı? Nasıl böyle bir hataya düşmüştü? Son derece pişman oldu:

“Yazıklar olsun bana! Koca bir hazineyi sele verdim. O benim hâlime yüz yıl öncesinden ışık tutarken ben onun hâline gözümün önündeyken bile âmâ kaldım. O yüce rûhu, o derin mânâyı, en sonsuz kıymeti anlayamadım. O gerçek âbidenin değerini bilemedim. Yazık ettim, yazık ettim; şiirlerine de kendime de yazık ettim…”

Hayıflandıkça hayıflandı. Irmağın coşkun sellerine attığı sayfaların ardından bakakalan mahzun gözleri, dinmez bir sele döndü. Heyhat! Ağlayışı sel gibi de olsa, gözyaşından daha hızlı akan ırmakta kaybolan sayfalara bir daha ulaşması mümkün değildi. Kahroldu. Ne kadar kahrolsa da üzülse de artık faydasızdı. Fakat onun bu hâli, hiç olmazsa elinde kalanların kıymetini bilmesine yaramıştı.

Kalan sayfalar artık Molla Kasım için canı gibiydi. Büyük bir itinayla korudu.

İşin ibret ve hikmet tarafı;

Bizim de uzun yıllardan beri «Bunlar ne saçma sapan şeyler!» diye attığımız, sele kaptırdığımız o kadar fazilet sayfalarımız var ki! Elde kalanlar, kim bilir atılıp kaybolanların kaçta kaçı? Hiç olmazsa kalanları muhafaza edebilsek!

Fakat bunun için hayatı ve Allâh’ın lutfettiği imkânları arı gibi değerlendirmek gerek. Her çiçekte Yûnus gibi ballar balını bulmak gerek. Yoksa pervane/kelebek letafetinde de olunsa, bal yapabilmek imkânsız. Hele sinek gibi yaşanan bir hayatın neticesi, bugün için de yarın için de bomboş! Yûnus güzel söylemiş:

Görmez misin sen arıyı her çiçekten bal eder
Sinek ile pervanenin yuvasında bal olmaya

O hâlde eğitimde gaye, bal yapan bir arı gibi çalışmak. Son nefesin eşiğinde, uyanık bir gönülle. Tatilleri ölümden sonraya bırakarak.

Nasıl ki;

Suyun, havanın, nefesin tatili olmaz. Bunlardan daha değerli olan ve ruhlarımızı yaşatacak olan gerçek tahsilin de tatili olmaz. Olursa, akıllar ve gönüller ıskartaya çıkar. İnsanlık hurdaya döner. Her şeyde atâlet/tembellik ve verimsizlik yaşanır.

Akılda atâlet; idraki öldürür.

Gönülde atâlet; hissiyatı yok eder.

İlimde atâlet, basîret ve irfanı kör eder.

Adalet dünyasında atâlet, zulmü tetikler.

Muhabbette atâlet, ayrılık ve gayrılık getirir.

Dünyada atâlet, âhiretten mahrum eder.

Hâl böyleyken ne gariptir ki beşikten kalkıp koşuşturma eşiğine mecbur olan insanoğlu, o gayret eşiğinden bazen iniyor ve her şeyi bir tarafa fırlatıyor. Diplomalar, sezonlar, eğitim dönemleri, genelde böyle bir eşikten iniş olarak gerçekleşiyor. O anda eğitim defteri artık kapanıyor. Öğretici olan, artık öğrenmiyor; idareci olan eksiğini gidermiyor; nasihatçi olan nasihat dinlemiyor; hükmedici olan hüküm tanımıyor; kuvvetli olan zayıfa aldırmıyor; karnı doyan, başkasını düşünmüyor; gülen gözler, ağlayanı görmüyor; köprüyü geçen, arkasına bakmıyor; yaşayan da ölene ve ölüme aldırmıyor…

Hâlbuki;

Beşikten düşen mezara düşer.

Fakat;

Eğitim eşiğinden düşenin nereye düşeceği belli olmaz.

Ceddimiz Hazret-i Âdem’i hatırlayalım.

O ilk insan cennet eşiğinden düştü; ta dünyaya yuvarlandı. İnmesi yasak olan eşikten atlayınca başına gelmedik kalmadı.

Onun nesli içinde de o günkü düşüşten ibret almayarak bu dünya eşiğinden cehennem çukuruna düşenler az değil.

Tabiî tekrar cennete geri dönenler de var.

Hayatta bütün gaye ve asıl mesele de zaten bu.

İşte bunun için;

Ömür boyu ilim, irfan ve gayrete devam. Hak huzurunda her nefes talebeliğe devam. Vuslat kapısında bir daha düşmemek için ve tekrar aslî vatanımız olan cennete dönünceye dek koşturmaya devam. Hâsılı, ebedî eşikte, ateşe yuvarlanmadan «beşikten mezara» kadar devam:

Düşmesin taç değerin, düşme eşikten pazara,
Oku Hak ilmini tam, sen de beşikten mezara. (Seyrî)

Velhâsıl;

Rabbimiz, âyeti, ey yolcu, uyarsan duyurur;
Sen de bil, bul onu, zîrâ yüce Allah buyurur: (Seyrî)

“Ve sana yakîn/ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (Hicr, 99)