İslâm Âleminin Kalbi İSTANBUL HÜZNÜ

B. Cahit ÖZDEMİR
bcahit@hotmail.com

Bu şehr-i Sitanbûl ki, bî misl ü bahâdır,
Bir sengine yekpâre, Acem mülkü fedâdır.
(Nedim)

İstanbul, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in fethine işaret, fatihi ve askerine beşaret buyurmalarından sonra, her devirde Müslümanların hayali olmuştur. Bu cümleden olarak, bu şehre yapılan mübarek seferler, daha ashâb-ı kiram zamanında başlamış; başta Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sancaktarı seksen yaşlarındaki Eyyûb Sultan Hazretleri olmak üzere birçok sahâbî, bu mekânı şereflendirmişlerdir. Tabiî olarak, Osmanlı’nın da mahzar olmak için ihtirasla takip ettiği bu müjdeye, Fatih Sultan Mehmed Han; “Ya İstanbul beni alır; ya ben İstanbul’u…” diye candan geçercesine destanlar yazarak kavuşmuştur.

Bundan sonra İstanbul; İslâm âleminin kalbi, dünyanın merkezi olarak, asırlarca, geniş bir coğrafyaya adalet ve huzur saçmaya devam etmiştir. O zamanın şartlarında dünyanın öbür ucu mesabesinde olan Açe’de dara düşen Müslümanlar, buradan medet beklemiş; aç kalan İrlanda’nın imdadına burası koşmuştur.

Osman Gâzî ve Şeyh Edebâlî Hazretleri’nin temelini attıkları devlette hâkim olan irade, ufuk ötesi bir mahiyet arz etmektedir. Bu hususla ilgili olarak, Yahya Kemal bir hâtırasını şöyle naklediyor:

“Revan Köşkü’nde gezerken kulağıma derinden bir Kur’ân sesi geldi. (…) Ve bu Kur’ân sesinin nereden geldiğini sordum.

«–Hırka-i Saadet Dairesinden» dediler. (…) Rehberim Lütfü Bey’e sordum:

«–Hırka-i Saadet’te ne zamanlar bu hatim indirilir?» Lütfü Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki:

«–Her gün! Her saat! Dört yüz seneden beri, geceli-gündüzlü, bilâ-fâsıla…» Hayretten gözlerim kapanmış dinliyordum. Lütfü Bey biraz malûmat verdi:

«Yavuz Sultan Selim, hilâfetin alâmâtı olan Hırka-i Şerif, Sened-i Şerif, ve diğer Emânât-ı Mübâreke’yi Mısır’dan İstanbul’a hatimler indirterek getirmiş; İstanbul’a vardığı gece, sarayda yüksek bir mevkie yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdî olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli-gündüzlü Kur’ân okunması için bir vazife tertip ederek kırkıncısı bizzat kendi olmak üzere kırk hâfız tayin eylemiş. İşte o günden bu âna kadar bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin Kur’ân okunuyor.» dedi. (…) Bu hâdiseyi idrak ettikten sonra, İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu şüpheyi halleder gibi oldum.” 1

Mimarlar, İstanbul’u nadide mücevher taneleri gibi, şânına lâyık sanat eserleri ile süslerlerken; edipler de «söz ipliğine inciler dizerek», en güzel eserlerini vermişlerdir. Bu edebî şahsiyetlerden Nedim; «şiirlerinde İstanbul Türkçesi’ni en güzel bir şekilde ve bütün hususiyetleriyle kullanmış, İstanbul’un günlük hayatına dair pek çok sahneye, yer vermiştir. Dîvan şiirinin çoğunda belirli bir mekân olmamasına karşılık, Nedim’in şiirleri İstanbul’un tabiî ve bediî güzellikleriyle doludur.” 2

İstanbul deyince, Nedim’i günümüze tanıtanlardan Yahya Kemal’i anmamak vefasızlık olur. «Yahya Kemal, yaşadığı ve sevdiği İstanbul için, en çok ve en güzel şiirleri söyleyen şairimizdir. İstanbul ona göre vatandır, çünkü; tarih tabiat güzelliği, mimarî ve öbür sanatlar bakımından vatanın özü ve özetidir. Türk tarihi, Türk milleti ve toprağı, 500 yıl içinde süzüle incele İstanbul’u meydana getirmiştir. İstanbul’u maddî ve mânevî çehresi, tabiatı, insanları ile güzel veya yoksul bütün taraflarıyla şiire yansıtmıştır. Kendi bir İstanbullu şair olmadığı hâlde, İstanbul şairi olmuştur.”3 Şair, İstanbul’a olan derin sevgisini bir şiirinde şöyle terennüm ediyor:

Sîmâsı zaman zaman parıldar
Bir sâhilin en güzel yerinde;
Hâlâ görünür geçen asırlar
Bir bir, koyu mâvi gözlerinde.

Bir diğer şiirinde de hudutsuz sevgisini şöyle ifade eder:

Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul!
Görmedim; gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Mutantan saraylara kaba, hoyrat, görgüsüz sâkin yaraşır mı?.. Hassas ve zengin bir gönle sahip padişahlarının âlim, sanatkâr, fâzıl, şair olduğu; ilim adamlarını atına bindirip tevazû ile üzengisinden çektiği bu şehrin insanlarının da aynı yüksek değerlerle yoğurulduğu bilinen bir hakikattir. Bu faziletler medeniyetinin teshiriyledir ki; o zamanların Avrupa’sında Türklerin hayat tarzlarını taklit etmek bir asalet sebebi sayılmış; büyük müzisyenler bu saikla, Türk marşları bestelemişlerdir. Pek çok Avrupalı seyyah, bizzat görüp tespit ettikleri bu insanî hasletleri ve içtimaî değerleri, eserlerinde hayranlıkla dile getirmişlerdir.

«Modernleşme» ile beraber, «Osmanlı’nın tasfiyesi» gibi müphem düşüncelerin de tesiriyle, ecdattan tevarüs edilen bütün müktesebat, dehşetli bir aşınmaya uğramıştır. Plânsız bir şehirleşme ile İstanbul’a rûhunu kazandıran ecdat yâdigârı izler silinmeye yüz tutmuş; bu izlerle bütünleşen, dünyanın gıpta ile baktığı içtimaî yapı çatırdamaya başlamıştır.

Bir gönül ehli, umumî çerçevede feda edilen bu altın hasletlere olan hasretlerini ve hissettikleri hüznü şöyle yâd ediyor: “Musa TOPBAŞ Efendi, çocukluk yıllarında şahit olduğu son Osmanlı toplumunun ahlâk, nizam ve seciyesini şu şekilde nakleder:

«Takriben yedi-sekiz yaşlarında idim. Çocukluğumun Erenköy’de geçmesi bakımından, o zamanın bilhassa Erenköy’deki halkın birbirlerine karşı, samimiyet, muhabbet ve nezaketlerini düşündüğümde, günümüzle mukayese eder de, çok üzülür ve müteessir olurum. Bir aile fertleri gibi herkes, birbirini candan ve samimî bir şekilde severdi; birinin neşesi hepsinin neşesi, birinin kederi hepsinin kederi olurdu…»” 4

1 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, Millî Eğitim Bak. Yay. 372, sh. 121.
2 Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Matbaacılık A.Ş., c. 13, s. 68.
3 Ahmet KABAKLI, Türk Edebiyatı, c. 3, Türkiye yay., 1969, sh. 184
4 Osman Nuri TOPBAŞ, Osmanlı, Erkam Yay., 143, sh. 497 ve d.