Ben de İstanbulluyum İMBİKTEN SÜZÜLEN NEZAKET

Ayla AĞABEGÜM

Bir devirde billboardlara popüler şarkıcıların ve artistlerin resimleri asıldı. «Ben de İstanbulluyum.» diyorlardı. Tavırlarıyla, hareketleriyle, Türkçeyi kullanmalarıyla yanlışlar içinde olan bu insanlara «İstanbulluluk» şuurunu yerleştirmek için belediyenin yaptığı bir çalışmaydı.

Büyükşehir Belediyesinin kültür müşaviri nasıl; «Evet!» demişti, hayret etmiş ve o yıllarda bu konuyu yazmıştım.

“Ben de İstanbulluyum.” demek için bir devirde yaşayan İstanbul beyefendilerini ve hanımefendilerini tanımak lâzım. O yıllarda yaşamamış olabilirsiniz. Devrin şiirleri, romanları, hikâyeleri, hâtıraları size şahitlik edecektir.

Biz, şanslı bir nesiliz, İstanbul hanımefendilerini ve beyefendilerini tanımak bahtiyarlığına eriştik. Onlarla aynı evde, aynı sokakta, aynı şehirde yaşadık.

Nedim’in İstanbul Kasîdesi’nde dile getirdiği gibi;

Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana

bir başka mısrada;

Hep halkının etvârı pesendîde vü makbul

Nezâket imbikten geçmiştir. Halkın tavırları övgünün doruk noktasındadır. İstanbullu olmak, kibarlığın, zarifliğin, fedakârlığın, vefakârlığın, yardımseverliğin; Türkçeyi doğru, güzel ve nükteli konuşmanın, ses tonunu hangi şartlar altında olursa olsun yükseltmemenin; alçakgönüllülüğün, vatanı sevmenin, israftan kaçınmanın, gösterişten uzak olmanın, dürüstlüğün, inancı gösterişten uzak, içine sindirerek yaşamanın sembolü olmak demektir. Yaşadığımızı örneklerle anlatmak, gençlerimizin o devri anlamasına vesile olacaktır.

Annem İstanbullu, babam Elazığlı olduğu için mukayese yapma imkânım var. İstanbul’da saydığımız özellikler yaşanırken, çocukluğumun geçtiği Elazığ’da da farklı özellikler yaşanmazdı. Belki Türkçenin konuşulmasında değişiklikler vardı. Bu farktan dolayı da Anadolu anlaşılamamış ve hep büyük şehir insanı tarafından horlanmıştır. Büyük şehirli olmanın ayrıcalığını yaşayanlar, gittikleri bölgelerde halkla bütünleşememiş, onların duygularını anlayamamıştır. İstanbul beyefendisi ve hanımefendisi olmanın en zor noktası da budur.

Üsküdar İhsaniye Mahallesi’ndeki ahşap evimiz; anneannemin diktiği ağaçlar, güller ve diğer çiçekler… Evimizin karşısında bir paşa konağı, yanında küçücük bir ahşap ev, memur, işçi, paşa, doktor, üst düzey bir görevden emekli bürokrat aynı sokakta. Bugün olduğu gibi zenginler villa kentlerde, memurlar bir bölgede, işçiler bir başka bölgede oturmuyor. Aynı sokakta değişik kesimlerin oturması, eğitimin bir parçasıdır. Görgü kuralları, evlerin dışında sokakta da öğrenilir. Komşu teyzenin, amcanın bir yanlışınız karşısındaki tavrı, çocuğa veya gence yetecektir. Uyarılar her zaman sözle yapılmaz, îmâlı bir bakışla onların ne söylemek istediğini anlamak mümkündür. İster çocuk olsun, ister yetişkin; davranışınıza, kıyafetinize, konuşmanıza dikkat etmek zorundaydınız. Bu zorunluluk yazılı olmayan mahalle kurallarıdır, herkes bilir, yeni taşınanlar da yavaş yavaş öğrenir.

Gösterişten uzak yaşamak da kuralların içindedir. Mehtap Hanım, bayramda giydiği elbisenin göz kamaştıran gösterişi karşısında komşularına aldığı mağazayı, fiyatını… detaylarıyla anlatır. Komşular gittikten sonra annesinin; “Aldığın yer ve fiyatını anlatmak zorunda mısın?” sorusu Mehtap Hanıma yetmiştir. Genç olması, yeni evli olmasının heyecanı içinde bir soruyla doğruyu bulacaktır.

Bir başka abla gazete okurken sessizce sakız çiğnemektedir. Annesi; “Ne yiyorsan, bana da ver!” der. (O devirde büyüklerin yanında sakız çiğnemek kabalığın ifadesidir.) İki örnekte de yasaklar soruyla veya îmâlı bir şekilde anlatılmıştır. Eğitimde amaç düşündürmektir, hatırlatmaktır.

Komşular sabah kahvelerine giderler. Kahve kışın mangalda ve yavaş yavaş pişer. Bakır cezvede pişen kahvenin lezzeti farklıdır. Misafir kalabalık bile olsa, tercih edilen cezveler iki fincanlık olanlardır. Fincanların konduğu kahve tepsisi dantel ve kolalıdır. Kahveyi evin genç kızı pişirir. Kahve hayatın bir safhasının tamamlayıcısıdır.

Gönül ne kahve ister, ne kahvehâne
Gönül sohbet ister, kahve bahâne

ve; “Ehl-i keyfini kim tazeler? Tazelerse taze elden taze kahve tazeler.” sözleri tarihe geçmiştir. Kahve sohbetlerinde mahalle halkının sevinçleri ve üzüntüleri de dile gelir. Sohbet sonunda yardıma ihtiyacı olan bir komşuya neler yapılacağı da konuşulmuş olur.

Yardımlar, muhtaç olanı incitmemek için çok dikkatli yapılır. Komşuya yardım etmek istediğinizde; bayramlar, Ramazanlar, kandiller birer fırsattır. Diğer zaman verilecek erzaksa köyden geldiği söylenir; kumaşsa: «Çocuklara alırken sizin küçüğe de aldık, o da bizim kızımız.» diyerek gönül kırmamış olursunuz. Hastalara eli boş gidilmez, hastanın sevdiği ve yiyebileceği yiyecekler götürülür. Ayrıca o yemeği yapan komşunun duaları o yemeğin içindedir ve şifa sayılır. Zor durumda olan hasta evlerine giderken, hastalık bir vesile sayılarak ihtiyaçlar tespit edilir ve götürülür. Samimî olmadığınız bir komşuya yardım etmek istiyorsanız, samimî olan bir arkadaşınız vasıtasıyla göndermek ve ismin söylenmemesi âdettendir. İstanbul’un çeşitli yerlerindeki sadaka taşlarına; yatsı namazının çıkışında para koyanlar, ihtiyacı olanların yine o saatte lâzım olan kadar parayı alması, İslâmî hayatın inceliğinin bir ifadesidir.

İstanbullu olmak, İslâm’ın güzelliklerini rûhuna nakşederek, gösterişsiz yaşamak demektir. Zamanla bu anlayışın değişmesinden şikâyet eden Ziya Paşa:

Îmân ile dîn akçedir erbâb-ı gınâda
Nâmûs u hamiyyet sözü kaldı fukarâda

erbâb-ı gınâ: Zenginler.

beytinde duygularımıza tercüman oluyor.

Bayramlar, Ramazanlar, kandiller İslâmî hassasiyetin doruk noktasında olduğu zamanlardır. Aileler bütçelerinin elverdiği ölçüde yaptığı börekleri, tatlıları komşularıyla paylaşır. İftarlar, dualar beraber olmak için vesiledir. Hastaların, yaşlıların, çocukların zor durumda olanların gönülleri alınır. Çalışma hayatı bu güzelliklerin yavaş yavaş kaybolmasına sebep oluyor. Maddî durumu iyi olanlar iftarları evin dışına taşıdılar, misafir ağırlamak zor gelmeye başladı. Hanımlar kabul günlerini bile dışarıda yapıyor. Oysa Müslüman-Türk’ün bir özelliği de misafir ağırlamaktır. Gençlere; “Yorulmadan misafir ağırlamanın pratik noktalarını öğrenin ve evlerinizi misafire kapatmayın.” diyelim. Yıllar önce yorgun olarak eve geldiğim bir gün rahmetli annem akşam yemeğine misafir geleceğini söyledi. «Keşke yarın gelselerdi.» dememe fırsat vermeden: “Ayla, biliyor musun halam; «Bir eve misafir geleceği zaman kırk gün önceden melekler o eve yiyecek taşırmış.» dedi.” Bu söz üzerine bütün yorgunluğum geçmiş, sözün güzelliğine dalmıştım.

Ağaç sevgisi, çiçek sevgisi hayatlarının bir parçasıdır. Pencerelerde mis gibi kokan karanfiller, sardunyalar; bahçede güller, hanımelleri, renk renk çiçekler, akasyalar, mor salkımlar, leylâklar ve meyve ağaçları. Güller, leylâklar toplanır, komşulara dağıtılır. Mevsimine göre toplanan meyveler güzel bir tabağın içine konur, üstüne beyaz kumaş bir peçete örtülür. «Göz hakkı» diyerek komşulara dağıtılır. Bütçesi dar olan komşulara daha fazla verilir. Evlerin çoğunda kuyu veya tulumba vardır. Bahçeler bu suyla sulanır. Çamaşır makinelerinin, elektrikli süpürgelerin, elektrikli ütülerin olmadığı devirde İstanbullu hanımların çoğu kendi işini kendi yapar. Odaların tabanı tahtadır, yerler beyaz bezle silinir.

Ev hanımlarının çoğu iş işler; dantel ve yün örer; dikişlerini diker. Yüzlerinin nûru ağızlarının dualı oluşundan, bitmeyen enerjileri ev hanımı olmanın hazzını duymalarındandır. Bu işlerin arasında yazın reçeller yapılır; vişne, kızılcık gibi meyvelerin suyu şekerle kaynatılıp şurup yapılır. Şurup ve reçelin güzel olanı güneşte yapılanıdır. Buzdolabı olmadığı için yemekler günlük yapılıp yenir. Artanı serin bir yerde olan tel dolaba konur. Tel dolapların üstü ve iç rafları beyaz iş kolalı örtülerle süslenmiştir. Yıllar sonra doktorlar: “Bayat yemek yemeyin, hazır meyve suyu içmeyin, anneanneleriniz gibi beslenin!” diyeceklerdir. Derin dondurucunun olmadığı devirde sebzeler ipe dizilerek kurutulurdu. Gazetelerde sağlık haberlerini okurken; «Derin donduruculara da rağbet etmeyin.» denilmektedir. Son yıllarda kurutulmuş sebzeleri yemek de moda oldu.

Köylüye gereken önem verilmeyince tarlalar zenginlere satılarak yazlıklar yapıldı. Senede 15 gün veya bir ay yaşamak için yapılan yazlıklar boş dururken, yurt dışından yiyecek maddesi almaya başladık. Bu yanlış politika içinde, zengin olanlar şimdi çiftlik evleri yaparak; hormonsuz sebze ve meyve yetiştirmenin yollarını arıyor. Kendilerinin dışındakiler hormonla beslensin varsın. «Yalnız ben varım ve ailem var.» anlayışı, İstanbul hanımefendilerinin ve beyefendilerinin anlayışı değildir. Toprak ve vatan kutsîdir. İnsan Allâh’ın emanetidir.

Mahallenin bakkalı, sucusu, zerzevatçısı, postacısı ailenin bir ferdi gibidir. Saygı sınırları içinde konuşulur, onların dertleri dinlenir, yardıma ihtiyaçları olduğu zaman yanlarında olunur. Okuyan çocukları ailenin çocukları gibi korunur. Mahallenin bu atmosferi içinde insanlar huzurludur. Evlerinin kapılarını kilitlemeden yatarlar. Zengin, fakir, esnaf, işçi, memur, avukat, hâkim, doktor, siyaset adamı… hepsi gösterişten uzak bir hayat yaşarlar. İşinde ve evinde beyefendi olma özellikleri devam eder, kızdıkları zaman hatır kırmazlar, incitmezler, bağırmazlar. İslâmî hayatın bütün güzelliklerini yaşarken yaşatmak isterler. Okudukları kitaplar, şiirler, dinledikleri şarkılar ve türküler ruhlarını daha da inceltir. Onlara göre sanat, ruhlara güzelliklerin sanatın gücüyle üflenmesidir.

Tanıdığım üst düzey görevlilerinin de evlerinde yaşadıkları hayat gösterişten uzaktı. Resmî arabaları görev esnasında kullanırlardı. Resmî arabaları hurda oluncaya kadar kullanırlardı. Örnekleri Hazret-i Ömer’in hayatıydı, bunu dilleriyle telâffuz etmezlerdi, yaşarlardı. Yeni bir eşyayı alırken, kullanırken başkaları özenmesin diye dikkat ederlerdi. Şiir gibi bir hayattı, yaşadılar, yaşattılar, mekânları cennet olsun…

Bir genç bu yazıyı okuyunca hayret edebilir, abartılmış diyebilir, haklıdır. Şimdi bir mahallede bir İstanbullu hanımefendi diyebileceğimiz bir hanım yaşıyorsa, kalanları birbirine benziyorsa, o devirde aynı mahallede az-çok herkes birbirine benzer, farklı olanların sayısı azdır.

Mahallelerden belediyelerimiz mes’uldür. Yolların baharda masraflı bir şekilde lâlelerle donatılması; güzel kâğıtlara basılmış bültenler; bültenleri başkan resimleriyle donatmak; basılan takvimlerin her sahifesine başkan resimlerini basmak; bir dakikada okunup, atılacak bültenler basmak; resim merakı, tasavvuf dergilerinde bile boy boy fotoğrafların yer alması… gibi saymakla bitmeyecek ayrıntılar. Sitemlerinize cevap olarak küreselleşmeden söz edeceklerdir, haklılıklarını ispatlamaya çalışacaklardır, yapılan yardımlardan bahsedeceklerdir…

Oysa ilk yapılacak iş, mahallenin mahallede eğitilmesi için devrimize uygun projelerin yapılmasıdır. Mahallede eğitilen insan hep almaktan utanır, işe yarar hâle gelip vermek ister. Mânevî doyumu yaşatmadan verilenler onların daha çok istemelerine, her gün biraz daha acımasız olmalarına sebep olacaktır.

Çare, kavgaların, huzursuzlukların, çetelerin, kapkaçın ve bütün olumsuzlukların önünü alıp, geleceğin İstanbul hanımefendilerini, beyefendilerini yetiştirmenin yollarını aramak, projeler geliştirmektir.