İŞARETLER Mazi ve İstikbâl Arasında ZAMAN ANLAYIŞIMIZ

H. Kübra ERGİN

hkubraergin@hotmail.com

Zihinlerimize telkin edilen ve farkında olmadan kendi kültürümüze bakışımızı etkileyen, klişe hâline gelmiş bir takım kabuller vardır. Bu kabullerden biri: “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” sloganıyla ifade edilen, zamanın sürekli yenilikler getirdiği, değişimin kaçınılmaz olduğu inancıdır. Bu inanç, kendi kültür temelimizle aramıza girerek, ona olan inancımızı buğulandırmakta gibidir.

Kendi medeniyetlerini «insanlığın ulaştığı zirve» olarak kabul eden Avrupalı ve Kuzey Amerikalı düşünürler; üstünlük iddialarına dayanak olarak değerlendirdikleri bir zaman anlayışını zihinlere dayatmışlardır. Onlara göre zaman sürekli ilerlemekte, insanlık daha iyiye doğru gelişmektedir. Sanki bu anlayışa göre «altın çağ», gelecektedir, ileride ulaşılacak olan mutlak bilgi ve kudret çağıdır. Zaman, hurafe ve boş inançtan; bilgiye, rızâ ve teslimiyet gibi eski değerlerden kudret ve refah gibi yeni değerlere… doğru gitmektedir. Öyleyse eski değerler bu zamanda ne işe yarar?!.

Gerçekten de teknik ilerlemelere odaklanarak zamanın hep ilerleme yönünde aktığına şartlanan bir zihin, bu gidişatın insanoğlunu mutlak bir iyiliğe götüreceğine inanır. Bu sebeple her gün yeni bir fikrin peşinde koşar da; eskimeyen değerlerin olabileceğini kabul etmez. Böylece; bazı değerlere sahip çıkıp muhafaza etmek sûretiyle çözebileceği problemleri görmezden gelir. Bu bakış açısı sebebiyle de Osmanlı’nın en önemli temsilcilerinden biri olduğu İslâm kültürünü, fert veya toplum için yenilik ve değişmeyi bid’at ve i‘tizal olarak gören, belli bir merkezî değer etrafında dönüp dolaşan geri bir anlayış olarak görür. Artık bugün bu anlayışın modası geçmiştir, öyleyse İslâm dini bu zamana uymaz…1

Bir bakıma bu düşünce biçimine hak vermek mümkündür, gerçekten de İslâm itikadının altın çağı Peygamberimiz’in rehberlik yaptığı asr-ı saadet ve onu izleyen çağlardır. Bu inancımız Peygamberimiz’in hadîs-i şerifleri ile biçimlenmiştir:

“İnsanların en hayırlısı benim asrım(daki ashabım)dır. Sonra onlara yakın olan tabiîndir. Sonra da onlara yakın olan tebe-i tabiîndir” (Buhârî, Fedâilü Ashabi’n-Nebiyy, 1)

Ancak bu anlayış, eskiyi yüceltme ve şimdilerde nostalji denilen, eskinin hâtırasına bağlanıp kalmaktan ibaret değildir. Unutmamak gerekir ki Peygamberimiz saadet asrını zamanın kalbine bir tohum gibi ekmiş, sulamış ve onun gelecekteki meyvelerini müjdeleyerek hedefler göstermiştir.

Adiy bin Hâtim -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Ben Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şehrinde iken O’na birisi gelip yokluktan yakındı, sonra bir başkası gelip yol kesme hâdisesinden yakındı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber bana dönerek sordu:

“–Adiy, Hîre2 şehrini gördün mü?”

“–Hakkında bilgiler aldım ama onu görmedim.”

“–Eğer ömrün uzun olursa, devesine binmiş bir kadın yolcunun, Allah’tan başka hiçbir kimseden korkusu olmaksızın Hîre’den kalkıp, Kâbe’yi tavaf etmek üzere yolculuk edeceğini kesin olarak göreceksin!”

“–Kendi kendime; «Tay kabilesinin, ortalığı kasıp kavuran haydutları ne olacak?» dedim…”

Hadîsin devamında Peygamberimiz, Kisra hazinelerinin Müslümanlar tarafından ele geçirileceğini, zenginliğin, insanların verilen zekâtı kabul etmeyecekleri kadar artacağını haber vermekte, elde imkân varken insanları hayır işlemeye teşvik buyurmaktadır.

Adiy; “Ben Hîre’den yalnız başına yola çıkan bir kadının Allah’tan başka korkacağı bir şey olmaksızın gelip Kâbe’yi tavaf ettiğini ve İran hazinelerinin ele geçirildiğini gördüm, yaşayanlar diğerlerini de göreceklerdir.” diyor. (Buhârî, Menâkıb, 25)

Görüldüğü gibi Peygamberimiz, iyi olan her şeyin eskide kaldığı, zamanın sürekli kötüye doğru sürüklenmekte olduğu gibi, karamsar bir dünya görüşü ileri sürmüş değildir. Aksine ümmetin ilk nesli gibi, sonraki nesillerinde de hayırlar bulunacağını bildiren hadîs-i şerifler vardır.

Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki: «Ümmetim yağmur gibidir, evveli mi, âhiri mi daha hayırlıdır bilinemez.» (Tirmizî, Emsal 6, 2873)

Elbette Peygamberimiz, âhir-zaman fitnelerini haber veren hadislerle, mânevî değerlerden ve samimiyetten uzaklaşma neticesinde karanlık günlerin geleceği konusunda da uyarılarda bulunmuştur, ancak bu günlerin ardından yine aydınlık bir şafak sökeceğini müjdeleyerek ümmetine ümit vermiştir. Hazret-i Enes’in, naklettiği hadîsin devamında; “…Evveli Ben, ortası Mehdî ve sonu Mesih olan bir ümmet, asla helâk olmaz.” buyurulması, İslâm’da sabit bir altın çağ fikrinin bulunmadığını gösterir. Bu sebeple denebilir ki, İslâm kültürü ne kötümser, ne körü körüne iyimser, ne eskiye ne yeniye bağlı bir duruş gösterir. İslâm, zaman üstü değerlerle çağlara yol gösterir.

Zamanda sabit bir altın çağ fikrine sahip dünya görüşlerinin çoğu ister istemez bugünü ihmale sürüklenirler. Dinler tarihi araştırmacısı Eliade buna dikkat çekerek; “Modern tarihselciliğin en büyük sıkıntısı, tarihi, farkında olmadan âdeta kendi başına işleyen otonom güç olarak ele almasıdır.” diyor. Dahası bu anlayışın, tarihî olan her şeyin; açlık, yoksulluk, savaş, baskı gibi trajik olayların (ki onlara tarih terörü diyor) salt vuku bulduğu için «bu tarihî olayın vuku bulması gerekliydi» gibi bir kabullenişle, meşrû kıldığını, bunlarla mücadele etme şuuruna imkân vermediğini ileri sürüyor.3

Gerçekten de bugün, değişmek ve ilerlemenin mutlak olarak her sahada iyiye gidiş olmadığı, aksine geniş güç ve imkânların büyük facialara da yol açabildiği görüldüğü hâlde, bunları değiştirme gücü yitirilmiş gibidir. Sanki ortaya çıkan bu sonuçlar zamanın ilerleyişinin mutlak sonucu olarak kabullenilmiş, bir yerde zamanın gücüne ve getirdiği değişime teslim olunmuştur. Oysa zaman insanoğlunun fiilleriyle biçimlenmektedir ve insan, zamana yön verebilme gücüne sahiptir. Ancak bir şartla; zaman üstü değerlerden kuvvet alarak.

Muhammed ümmeti bugün, zamana tâbî değil, aksine ona yön veren değerlere tutunduğu ölçüde zamanı aşma gücüne sahip bir millet olarak geleceğin tek umududur. Üstelik bu umut, Peygamber müjdesiyle de desteklenmektedir:

“Allah, her yüzyıl başında, insanlara, kendilerine sünnetleri öğreten ve Allah Elçisi’ne isnat edilen yalanları ondan uzaklaştıran birini/birilerini ortaya çıkarır.” (Ebû Dâvud, Melâhim 1)

1 Montgomery Watt, Islamic Fundamentalism and
Modernity, p. 22.
2 Hîre; Irak’ta, Kûfe’ye üç mil mesafede eski bir şehirdir.
3 Mircea Eliade, The Myth of the Eternal Return,
s. 148, 150,156