Manzûmeden Şiire…

Sadettin KAPLAN

sadettinkaplan@gmail.com

Manzûmeyi şiirleştirmek için, kimi mısraların özüne, özge bir anlam mızrabı ile dokunmak yeterli ola¬bilmektedir bazen… Şiirin türünü, sen¬taksını hiç de incitmeye gerek yoktur. Yeter ki, manzûmenin özünde gizlenen şiir közünü duygu ve düşünce meltemiy¬le biraz yelpazeleyelim.

Güzel, ne güzel olmuşsun
Görülmeyi görülmeyi…

diye başlayan, birazı lirik, birazı didak¬tik, ama her bakımdan gönül telinden ve halkın dilinden süzülen bu güzel semâînin bir dörtlüğü var ki, daha ilk iki mısraıyla düşünceleri lif lif çözüp dağıtmaya, duyguları esritip yalpalat¬maya yetiyor:

Mendilim yudum arıttım,
Gülün dalında kuruttum…

Karacaoğlan’ın sözünü ettiği men¬dil, günümüzde kullanılan «sil-at» usûlü emici kâğıt cinsinden olanlardan değil¬dir. O mendil, daha çok pamuklu, ipek¬li kumaşlar üzerine el emeği-göz nûru dökülerek, kıvrımlarına hülyalar ve sev¬dalar gizlenen nakışlar işlenmiş, büyük¬lüklerine, kullanım yerlerine göre «yağ¬lık» veya «çevre» gibi adlarla da anılan önemli bir şeydir insan hayatında…

Mendil deyip de geçmemek gere¬kir. Anadolu folklorunun yarısı men¬dildir neredeyse…

Halaylarda, horonlarda mendiller uçuşur kanat kanat…

Kenarlarına, köşelerine en güzel gergefler işlenir sanat sanat…

En önemli çeyizlerindendir ge¬linlerin. Armağandır sevgiliye. Gön¬
lün düştüğü delikanlının önünde düşürülen ve tanışmaya vesile olan lâvanta kokulu kelebek kanatlarıdır o mendiller…

Türkülerimizin neredeyse dörtte biri mendil üzerinedir… Şar¬kılarımızın, şiirlerimizin en güzelle-rinde sallanır o hasret dokulu, sevda kokulu mendiller…

O mendillerin bir kısmı cep¬kenlerin ceplerinden sarkıtılırdı; bi¬linmek için…

Bir kısmı ceplerde, kuşaklarda muhafaza edilirdi; silinmek için…

Bir kısmı ise, boyundan aşırı¬lırdı besmeleyle; eve eli dolu gelin¬mek için…

Asıl önemli olan da bu mendil¬dir…

Sabah erkenden duayla uğur¬lanan evin erkeği, akşam mendiline çıkınladığı şeylerle dönerdi…

Helâl lokma, kanaat ve bereket kokardı o mendiller… Ter silinmez, el kurulanmazdı o mendillere. O mendiller, her sabah tertemiz kat¬lanmış olarak, güler yüzlerle; sağlık, helâl rızık ve bol kazanç dilekleriyle verilirdi evin erkeğine… O kişi, yaşı ne olursa olsun, aldığı sorumlulu¬ğun altında ezilmemek için bütün gayretiyle dimdik yürür giderdi ek¬meğinin peşine… Ağırdı o mendil. Bir evin geçim sembolüydü… Her kişinin değil, er kişinin harcıydı o mendilin hakkını vermek…

Bilindiği gibi, mâni ve semâî dörtlüklerindeki ilk iki mısra, üçüncü ve dördüncü mısradaki asıl vurguya ayakça ve basamak olarak kullanılır.

Benim yârim çok güzel,
Azıcık boydan kısa

demek için, «kısa» kelimesine kafiye olmak üzere;

Leblebi koydum tasa
Doldurdum basa-basa

gibi gereksiz bir beyit oturtulur dörtlüğün başına…

Mendilim(i) yudum arıttım
Gülün dalında kuruttum

mısralarında geçen «mendil», eğer o «sil-at» cinsinden burun silmeye, ter kurulamaya yarayan mendil ise, ya da böyle algılanıyorsa, tıpkı bu mânide olduğu gibi;

Adım ne idi unuttum
Sorulmayı sorulmayı.

mısralarına basamak olarak kon¬duysa, şiir küçülür ve manzûmeleşir. Yok, eğer er kişinin evine helâl rızık götürdüğü çıkın görevini yapan bü¬yük mendil söz konusuysa, bu mıs¬raların anlamı da büyüktür…

O zaman, bu «mendil» kelime¬si, kendi sözlük anlamından uzakla¬şıp, apayrı bir hüviyete bürünür…

Yıllar yılı evinin ekmeğini kazanan, çoluk çocuğunun rızkını helâl yoldan sağlayan er kişi; bir süre sonra yaşlanacaktır. Çocukla¬rı büyüdükçe, kendi eğilip büküle¬cek, yamulup küçülecektir. Ve bir süre sonra, «elleri ekmeğe eren» evlâtlarının koruması altında, son demlerini dinlenerek ve dinleyerek geçirecektir… Belki de inancına göre kendini ibadet ve tefekküre verecektir…

Artık o mendil her sabah özenle katlanarak eline verilmeye¬cek, o da büyük bir güvenle mendili kuşağının arasına sokamayacak, ya da boynuna dolayıp, iki ucunu aşa¬ğı sarkıtamayacaktır… Acı da olsa, gençliği geçip gitmiş, bedeni çöküp göçmüştür…

Coşkun sevdalar şairi Kara¬caoğlan, bu mısralarla belki de ilk gençlik döneminde uğruna yanıp döndüğü vefasız sevgilisine şöyle si¬tem etmektedir:

“Ben, eski bildiğin «ben» deği¬lim gayrı. Artık hiçbir işe yaramam. Ne elimde bir işim, ne kesemde akçem kaldı… Her sabah saygı ve umutla uğurlanan, her akşam kapı¬da karşılanan kara yağız Karac’oğlan yok artık… Gücümü de, umutlarımı da, sevdalarımı da mendilimle bir¬likte yıkayıp, dokuları epriyip yıpra¬nan aklımı da bilcümle hâtıralardan arıttım…

Mendilimi yıkayıp arıtmakla kalmadım. Onu gül dalında kurut¬tum… Yıllarca bana itibar kazan-dıran gençliğim, gücüm, sanatım ve bunların bana ve aile fertlerime sağladığı imkânlar anlamına gelen mendilimi yıkayıp arıttıktan sonra, kurutmak üzere serdiğim gülün da¬lından alırken yırım yırım yırttım. Dikenlere takılan o canım mendil, lif lif çözüldü, iplik iplik ayrıldı, pa¬ramparça oluverdi… Her şey için heves var ama gücüm yok gayrı… Tutmasalar düşeceğim, kaldırmasa¬lar kalkacak hâlim yok… Gel gör, ne hâllere düştüm… Yüzüme vurma¬salar da, artık el bakıncı, baş kakın¬cıyım… Gayrı ben unumu eledim, eleğimi astım güzelim…”

Böyle alır ve böyle anlarsak, manzûme şiire dönüşür…

Hele bir de;

Men dilim(i) yudum arıttım

gibi bir anlama kapı aralarsak; bu kapının arkasından şiirin bütün şuhluğuyla gülümsediğini, estetiğin elle tu¬tulur bir nesneye dönüştüğünü görebiliriz herhâlde…

Dilin yıkanıp arıtılması…

Nedense Karacaoğlan, birçoğumuz tarafından sa¬dece bedenî sevdaları şiirlerine konu alan bir ozan ola¬rak görülür… Neden bazı şiirlerini tasavvufun engin¬liklerinde yorumlamak kimsenin aklına gelmez?..

Ben dilimi yudum arıttım
Gülün dalında kuruttum

diyen, diyebilen bir kimse; insanı sadece konuşan ve düşünen bir canlı olarak görmenin ötesinde, düşünceyi felsefe boyutuna, kelimeyi kelâma ve sözü sanat seviye¬sine çeken kimsedir…

Sesleri «söz»e çeviren ve bu söz denen anlam öte¬si şey ile iş bitirmekten, baş kestirmeye kadar hayatî önemde görev sahibi olan «dil»i; akıl, düşünce ve tasav¬vuf ırmaklarında iz’an ve irfan sabunlarıyla tokaçlaya¬rak köpürte köpürte yıkayıp arıtmak…

Elbette söz konusu, cismen bir et parçası olan dilin yıkanması değildir… Dil; maksadını aşan sözler, gıybetler, yalanlar ve küfürlerden oluşan kapkara kirlerinden, ancak nedâmet gözyaşları ve tövbe ile yıkanıp arınabilir…

Ya kurutulması?.. Yumuşak çimenlerin üzerine ya¬yarak değil, iplere mandallayıp serin meltemlere ema¬net ederek değil, gülün dalına sererek…

Hidayet güneşinin sıcak aydınlığında kurutulan dil; gülün kancalı dikenlerinden de nasibini alarak lif lif çözülecek, lime lime yırtılacak, epriyecek, pörsüye¬cek; söylediği bet sözlerden ötürü kanaya kanaya ceza¬sını çekecektir…

Gül, Muhammedî’dir. O’nu hatırlatır… Gülün dalında kuruyan dil, bir yandan dikenlerde kanarken, bir yanda tövbe merhemiyle şifa bulacak, diğer yandan gülün o güzel kokusunu taze bir ten gibi giyinecektir… Ve ondan sonra kendisinden sâdır olacak her kelime, gül üzerindeki çiy damlası gibi elmas ışıltılı ve yöneldiği herkesi râyihasıyla mest edecek «söz» olacaktır…

Bize göre, Karacaoğlan’ın o güzel semâîsinin bu mısralarının;

Men dilim(i) yudum arıttım
Gülün dalında kuruttum.

şeklinde olması gerekir. Türkmen ve Azerî şivesinde «ben» yerine «men» kullanılır. Karacaoğlan eğer bir Türkmen ozanıysa (ki, öyledir) «mendilim(i)» değil, «men dilim(i)» demiştir… En azından böyle olmasını umut ve arzu ediyorsak, ne zararı var?.. Bu bir yorum¬dur…

Öyle de olsa, böyle de olsa; yüzyıllar ötesinden bu¬lanık düşüncelerimizi dupduru bir Türkçe ile «yuyup arıtan» Karacaoğlan’ın her şiiri tekrar-tekrar okunup yorumlanmalıdır…