ROPÖRTAJ – Şerbet Şişesiyle İlâç İçirmek

Dr. Sâfi ARPAGUŞ Kimdir? 1967 yılında Amasya-Gümüşhacıköy’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada yaptı. 1990 yılında Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinden mezun oldu. 1992 yılında Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalında Araştırma Görevlisi olarak akademik hayata başladı. 1994 yılında Aziz Mahmud Hüdâyî’nin «Nasâyıh ve Mevâiz» isimli eseri üzerine yapmış olduğu çalışma ile yüksek lisansını; 2001 yılında «Mevlânâ’nın Dîni Anlatım Metodu» isimli tez ile de doktorasını tamamladı. 2002-2003 yılları arasında bir yıl İngiltere’de alanıyla ilgili araştırmalarda bulundu. Hâlen aynı kurumda Tasavvuf, Mevlânâ ve Mevlevîlik üzerine akademik çalışmalarına devam etmektedir. Yukarıda bahsedilen tezleri dışında şu matbu eserleri bulunmaktadır: Mevlânâ ve İslâm, Sâfi ARPAGUŞ, Vefa Yayınları, İstanbul 2007. Mesnevî-i Şerif Şerhi, Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, Terceme ve şerh Ahmed Avni KONUK; Yay. haz.: (Heyet), 3. cilt Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2004; 4, 5, 6 ve 8. ciltler Kitabevi, İstanbul 2005-2007. Aziz Mahmud Hüdâyî, Sohbetler, Yay. haz.: Sâfi ARPAGUŞ, İnsan Yayınları, İstanbul 1995; (II. Baskı, Vefa Yayınları, İstanbul 2006.) İsmail Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, Yay. haz.: Dr. Sâfi ARPAGUŞ, Vefa Yayınları, İstanbul 2007. Dr. Sâfi ARPAGUŞ’un M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi gibi hakemli dergi ve Keşkül, Diyanet Aylık Dergi, Diyanet Avrupa gibi süreli yayınlarda makale, yazı ve tercümeleri, uluslararası sempozyumlarda sunulmuş tebliğleri bulunmaktadır.

Yüzakı: Efendim, bu ay edebiyatımızda tasavvufun yerini ve tasavvufî remizleri işliyoruz. Aralık ayı şeb-i arûs ile birlikte âdeta Hazret-i Mevlânâ ile aynîleşti. Doğumunun sekiz yüzüncü yılının dünya çapında kutlandığı Hazret-i Mevlânâ örneğinde tasavvufî remizler üzerine sizinle bir mülâkat gerçekleştirmek istiyoruz.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin şairmutasavvıf yönünü kısaca tanıtarak başlayabilir miyiz?

Sâfi ARPAGUŞ: Mutasavvıfların şiiri irşadlarında bir araç olarak kullandıkları ve şiirlerinin diğer şairlerin şiirlerinden farklı olduğu, bu mânâda «şair» ile «mutasavvıf şair»in farklı anlamlara geldiği anlayışı tasavvufî gelenekte yaygın bir düşüncedir. (Bu konuda bkz., Mahmut Erol KILIÇ, Sûfî ve Şiir, İstanbul 2004)

Sipehsâlar, Sultan Veled’in bu keyfiyeti; «Şairlerin düşünce ve hayallerden ibaret şiirlerinin aksine Allah velîlerinin şiiri tamamıyla tefsirdir ve Kur’ân’ın sırlarıdır. Çünkü onlar kendilerinden tamamıyla yok olmuşlardır ve Hak ile ayakta durmaktadırlar. Onların hareket ve durmaları Allah’tandır.» şeklinde ifade ettiğini nakletmektedir. (Sipehsâlar, Risâle, s. 76.)

Hazret-i Mevlânâ irşadında şiir ve benzeri edebî vasıtalardan da istifade etmekte, buna müracaat etmesinin sebebini de şu şekilde ifade etmektedir:

“Biz insanların tabiatına uygun düşen şiir ve sema‘ yolu ile o mânâları onlara lâyık gördük. Çünkü Anadolu halkı, zevk ehli ve şirin sözlüdür. Bir çocuk hasta olur ve tabibin verdiği ilâçtan nefret edip mutlaka şerbet isterse, hâzık doktor ilâcı bir şerbet testisine koymak sûretiyle çocuğa verir. Çocuk onu şerbet zannıyla seve seve içer, dertlerinden kurtulur, sıhhat bulur ve onun bozulmuş olan mizâcı düzelir.” (Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn. I, 225.)

Mevlânâ, şiirinde dâhîliği değil ilâhî müşahedelerini doğru ve tam bir şekilde aktarmayı gaye edinmiştir. Tüm düşüncesini, hattâ bütün mevcûdiyetini yârin dîdârının mülâhaza ve müşahedesine hasretmiş bir kimsenin artık şiir kaideleriyle meşgul ve mukayyed olamayacağı, dâhiyâne bir şiir inşad edeyim diye ham bir hayale tenezzül etmeyeceği pek tabiî bir şeydir. (Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevi, III, 873.) Mevlânâ’yı coşkun anlam dalgalarının ayağındaki zincirleri çözmeye ve mahremlere gönül sırlarını fâş etmeye iten derûnî istekler şiirle ortaya çıkmaktadır.

Mevlânâ’nın şiirdeki üslûbu, tasavvuf şiirini şekillendiren iki büyük selefinin, Hakîm Senâî ve Ferîdüddîn Attar’ın etkisi altındadır. Mevlânâ, özellikle Senâî’nin dilini ve onun severek kullandığı sembollerin bazılarını aynen benimser ve hattâ çoğu zaman bu mecazları aynen kullanır. Fakat aynı şekilde Mevlânâ’nın kelime ve sembol seçiminde çoğu zaman babası Bahâeddin Veled’in onun üzerinde büyük bir tesiri olan eserleri de etkili olmuştur.

Yüzakı: Remizler ve tasavvufî remizler hakkında özlü bir bilgi alabilir miyiz?

Sâfi ARPAGUŞ: Tasavvuf kültürü içerisinde dilin özel bir konumu vardır. Çünkü dil irfanî hikmetlerin ifade ve aktarımında başlıca unsurlardandır. «Sembolik dil» ya da «remizler»in kullanım alanlarının başında da tasavvufun bu özelliği gelmektedir. Burada remizlerin kullanımı noktasında iki temel husus önem arz etmektedir.

Birincisi, mârifetin tasavvufî anlayışa karşı olanlardan gizlenmesidir.

İkincisi ise, bu yüksek hakikatleri anlama ve taşıma noktasında kabiliyeti olmayan nâ-ehil kimselerin akıl ve idrak sürçmesi yaşamaması için gizlenmesidir.

Bunların dışında böyle remiz ve sembollerle örülmüş bir dile müracaat edilmesi; dilin imkânlarının dar ve sınırlı oluşu, dile getirilen konunun zihin ve idraki zorlaması, üst idrak seviyesini (havâs) muhatap edinme, tecrübî olarak yaşanan hâlin kelimelere dökülme güçlüğü ve sûfînin bu tecrübe esnasındaki vecd hâlinin bir neticesi olarak kontrolsüz olarak ortaya çıkması gibi sebeplere dayanmaktadır. (İbrahim EMİROĞLU, Sûfî ve Dil, s. 141.)

Genellikle sûfîlerin, vahdet ve ilâhî aşkı ifade ederken kullandığı sembolleri, tevil etme ve zâhirî kavramları bâtınî-rûhî mânâlarda yorumlama ihtiyacı duyulmaktadır. Rûhî hakikatlere işaret etmek amacıyla yazılan tasavvufî şiirde de durum böyledir. Sûfînin ilâhî sevgiye dair sözlerini maddî anlamlarda yorumlamak veya zâhirî işaretinin hatırlattığı şeylerle uyuşacak tevillere girişmek yanlış olacaktır. Bu sebeple sûfîler ilâhî sevgiye dair sözlerinden dolayı sıkça itham edilmişlerdir. Bu ithamlar, gerek bu sözlerin tevil edilmemesi ve gerekse kasıtlı-kasıtsız kötü tevil edilmelerinden kaynaklanabilmektedir.

Mutasavvıfların ilâhi sevgiyi «sembolik bir dil» ve «remizler» kullanarak ifade etmeleri, ehil olmayanlara yasak olan sır ve kendilerine özel tecrübelerini yine kendilerine saklamalarından kaynaklandığı içindir. Sembolizm, bu tecrübelerin yegâne ifade tarzıdır. Fakat sûfîlerin hepsi bu mizaç ve yeteneğe sahip değildir. Bu sebeple gerçek sûfîler iki kısma ayrılmışlardır. Bir grup susmayı tercih ederken; diğer grup, sembolik bir dille konuşma yolunu seçmişlerdir.

İlk grubu bilmemize imkân yok. Ancak ikinci grubun en meşhurları; eserlerini ve bu tecrübelerini Arapça yazanlardan Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî, Hallâc-ı Mansur ve İbnü’l-Fârız, Farsça yazanlardan da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Feridüddin Attar’dır. (Afîfî, Tasavvuf, İslâm’da Mânevî Hayat, s. 211-214.)

Yüzakı: Hazret-i Mevlânâ’nın edebî eserlerinde pek çok remizle karşılaşıyoruz. Mesnevî «neyin feryâdı» ile başlıyor. Bu feryadı konumuza misal olması açısından nasıl anlamalıyız?

Sâfi ARPAGUŞ: Hazret-i Mevlânâ’nın, Mesnevî’sine başlangıç olarak yazdığı on sekiz beyitlik bölüm, tasavvuf ehli nezdinde ayrı bir önemi haizdir. Muhtevâ ve mânâ olarak eserin aynı zamanda «önsöz»ü mesabesinde olan bu kısım birçok müellif tarafından önemine binaen geniş bir şekilde değerlendirilmiş, hattâ sadece bu kısma ait şerhler kaleme almışlardır. Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti, Mevlânâ’nın fikrî yüceliğini ve onun eserinin mânâ zenginliğini gösteren bir numunedir denilebilir.

Burada «İnsân-ı kâmil»in remzi olan «ney»in iki temel vasfı üzerinde durulmaktadır. Birincisi, onun «sır»rı, ikincisi de, onun bu sırrı da içerisinde barındıran «inilti»si! Burada eserin ilk kelimesi olan; «Dinle!» emriyle de insanın bu sır ve iniltiye kulak vermesinin varlığını ve mahiyetini idrak noktasında onun için vazgeçilmezliğine dikkat çekilir.

Tasavvufî düşüncede bir bakıma ebediyet yolcusu olan insanoğlunun bu yolda celâl ve cemâl tecellîleri ile karşılaşması mukadderdir. Bu yolculuğun önemli bir bölümü olan dünya hayatı; ömürle sınırlı ve ebediyetin kendisiyle kazanılacağı bir ara mekândır. Bu mekândaki dikkatli ve hassas olunması gereken yolculuğun kolayca amacına ulaşması, ya da bu yolda nihaî hedefe, menzile ulaşılması ancak «kâmil bir mürşid»in rehberliğinde gerçekleşecektir. Kendisi de bu yolun yolcusu olan kemâl ehlinin Mevlânâ düşüncesinde ve özellikle Mesnevî’nin hemen başında yer alan bu on sekiz beyitlik bölümde «ney» ile temsil edilmesi mânidârdır. Onun iniltileri de bu rehberlikte cemâl ve celâl tecellîlerinin etkisiyle elde etmiş olduğu tecrübelerin bu yolda yeni olanlara intikal ettirilmesinden başka bir şey değildir.

Hazret-i Mevlânâ, «insân-ı kâmil»in gönül nağmelerini, başından geçenleri, yani kendi hâlini «ney»in feryâdı olarak anlatmaktadır. O daha söze başlarken; «Dinle!» diyerek dikkatleri celbetmiş sonra da; “Sırrım feryâdımdan uzak değildir, sırrım feryâdım içindedir.” diyerek mârifet yolunun sır kapılarını aralamıştır.

Yüzakı: Doktora tezinizde «Mevlânâ’da İrşad Anlayışı»nı ele aldınız. Meselâ irşad, mürşid gibi kavramlar için Hazret-i Mevlânâ hangi remizleri kullanmıştır?

Sâfi ARPAGUŞ: Tasavvuf, fert ve toplum hayatında önemli bir eğitim ve aydınlanma ameliyesidir. Bu ahlâkî eğitimin gerçekleşmesi, insanı her türlü ârızî hâllerden tecrit ederek, yaratılış gayesi ve özünde bulunan cevherin ortaya çıkarılması ve geliştirmesini hedefleyen bir eğitim ve öğretim (irşad), din, toplum ve insan gerçeğini bilen, gerçek mânâda yeterli ve tasavvufî düşünce ve uygulamaları yerli yerinde kullanabilecek «kâmil» bir mürşid (eğitici-öğretici) ve bu eğitim-öğretime açık, istekli, gayretli ve kabiliyetli bir mürid (öğrenci) gibi unsurların bir araya gelmesi ile mümkündür.

Mevlânâ bu mevzuda irşadın iki temel unsuru mürşid-mürid ilişkisine temas ederken irşad ameliyesini bir papağanın konuşma öğrenmesine benzetmektedir. Bu anlayışa göre Allâh’ın telkinine takatleri olmayan ümmetlere peygamberlerin ve şeyhin müridlere karşı olan telkini, insanla ülfeti olmayan dudu kuşunun ayna karşısında konuşmayı öğrenmesine benzer. (Mesnevî, V, 119 [b. 1430])

İşte burada dudu kuşuna yapıldığı gibi Allah; mürîdin önüne şeyhi, bir ayna gibi koymaktadır. Bu durum sürekli münakaşa konusu olduğu üzere Allah ile kul arasına girmek anlamına gelmemektedir. Burada öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki mürşid, insanla Allah arasında geçici bir süre için vasıtadır, dolayısıyla tecrübe bakımından normal insandan farklı bir konumdadır.

Yine Mevlânâ; özellikle vahdet-i vücûd anlayışını ifade ederken kendisinden önce birçok mutasavvıfın kullandığı, Hazret-i Süleyman ve onun muttali olduğu bilinen «Mantıku’t-Tayr/Kuş dili»ni misal olarak vermektedir. Bu yolculukta rehber ve mürşid olarak Hüdhüd’ü görür.

Mevlânâ irşadda remiz ve sembollere müracaat etmenin bir anlamda nübüvvet müessesesi ve peygamberlerin lisanı olduğuna inanmaktadır. Ona göre; “İnsan karınca misali tâne peşinde olmamalıdır. Aklını başına alıp Süleyman’ı aramalı, onu bulmalıdır. Çünkü her devrin bir Süleyman’ı ve bu zor yolları kolaylaştıracak gizli ilim ve dillere sahip yol gösterici mürşidleri mevcuttur.” Mürşid ve onun oldukça mütecânis muhatap zümresine karşı irşadını ifade ettiği şu yaklaşım bu konuda oldukça câlib-i dikkat numuneler sunar bir mahiyettedir:

“Ey kâmil mürşid, sen de gel. Süleyman’a mensup olan kuş dilini söyle ve her kuşun ötüşü gibi öt… Madem Allah, seni kuşlara gönderdi. Her kuşun ötüşünü de sana öğretmiştir.

Cebre inanan kuşa, cebir dili ile söyle, kanadı kırılmış kuşa da sabırdan bahset. Sabreden kuşu hoş gör, bağışla. Anka Kuşu’na Kaf Dağı’nın güzelliklerini haber ver. Güvercine, doğan kuşundan sakınmasını emret. Doğana da hilmi anlat ve zulümden kaçma tavsiyesinde bulun. Nurdan nasibini alamayan yarasayı, nur ile tanıştır, ışıkla birleştir. Kavgacı kekliğe sulh öğret. Horozlara sabah vaktinin alâmetlerini göster. Böylece Hüdhüd’den, kara kuşa kadar bütün kuşlara yol göster. Allah doğruyu daha iyi bilir.” (Mesnevî VI, b. 851-858)

Peygamberler ve mürşid-i kâmillerin remzi olarak kullanılan kuşlardan biri de, yeniden efendisinin koluna konmayı arzulayan doğandır. Asil kuşun dünyevî sürgününden, davul sesini duyup nasıl döndüğünü anlatırken kullandığı semboller son derece dokunaklıdır. Efendisinin koluna konup, başıyla sahibinin göğsüne sürtünür. O, bununla bir anlamda daha önce kayıp ve şaşkın bir hâlde olan rûhun, huzur ve sükûn içinde Rabbine dönüşünü de remzeder. (Dîvân-ı Kebîr, [g. 1353])

Farsçada bu kuşa «bâz» denilmesinin sebebi, sultanın sînesine geri dönmek (bâz-âmeden) istemesidir. Padişahın kolundaki avcı doğan, Allâh’ın emrinde irşada memur peygamber ve mürşid-i kâmil ile tam bir bütünlük içerindedir.

Yüzakı: Tasavvufî remizler arasında şarap, mest olmak gibi bazıları zâhirî mânâlarıyla dinimize aykırı şeyler var. Ayrıca Rab ile kul arasındaki bağlantının, beşerî aşk, güzellik ilh. ifade eden kelimelerle anlatılması da Molla Kasım’ca bakıldığında problemli görünüyor. Acaba bunlara niçin ihtiyaç duyulmuştur? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Sâfi ARPAGUŞ: Burada zahirî mânâda bir mestlik ya da sarhoşluktan bahsetmek, üzüm, şarap ilh. tasavvufî remizleri zâhirî olarak ele almaktan kaynaklanmaktadır. Erbabınca bilinen bir gerçektir ki bu mestlik, bu üzüm ve şarap ilâhî aşkın şarabı ve o aşkın vermiş olduğu mestliktir. Yoksa zâhirdekilerle herhangi bir bağlantısı olamaz. Zira, bu anlayışın sahibi mutasavvıf ve âşıklar «asma kütüğü yaratılmadan evvel» mest olduklarını söylerler.

Sûfî, ilâhî sevginin zevkini ve bu tecellî neticesinde ontolojik/varlıkla ilgili hakikatlerin mânâlarını da idrak eder. Ancak bu hâli açıklamaya geldiğinde bazen basit ve anlaşılır bir dil kullanmayı tercih etse de, genellikle sembolizmden başka bir ifade imkânı bulamaz. İfade etmek istediği şey, özü itibarıyla beşerî duygulardan farklı olduğu için sembolik bir dil kullanması kaçınılmazdır. Çünkü sembolik dil, açıklama ve izaha dayanan diğer ifade tarzlarına nazaran daha müessir bir anlatım tarzıdır. Sembolik anlatım akla, hayal ve vicdan aracılığıyla ulaşırken kalbe doğrudan temas eder; etkisi derin olur; tekrar edildikçe mahiyeti ortaya çıkar.

İlâhî sevginin sembolik dili âlemşümul bir dil olarak kabul edilmektedir. Çünkü tasavvufî tecrübeler ancak bu tecrübeyi yaşamamış ve tasavvufî hayatın dışında kalan insanlara sembolik dil aracılığı ile aktarılabilir. Bir mutasavvıf bütün yetersizliklere rağmen, işaret ve semboller kullanmaktan veya geçtiği makamları, yaşadığı tecrübe ve hâlleri ifade, vecd ve zevklerini tarif ederken, temsilî ve tasvirî bir üslup kullanmaktan müstağnî kalamaz. Çünkü tecrübî konuların, ıstılah ve düz anlatımla ifadesi mümkün değildir. (Bu konuda detaylı bilgi ve çeşitli misaller için bkz., Ahmet ÖĞKE, Türk Tasavvuf Düşüncesinde Metaforik Anlatım, Van 2005.)

Bu anlamda Mevlânâ, remizler kullanılarak yapılan temsilî anlatımlardaki faydayı açıklayıcı ve örneklendirici olmasında görmektedir. Çünkü akla uygun olmayan şeyleri misal ile söylerlerse, akla uygun hâle gelir. Mevlânâ, temsilî anlatım ve remizlerin sırrına vâkıf ve muhatap olabilmek için ise bu bilgiye sahip olmayı ve remizlere âşinalığı şart koşar.

“Misal getirmek, Allâh’ın bir de O’nun gizli ve aşikâr bilgisine bir delil olan kişinin hakkıdır. Sen herhangi bir şeyin sırrını ne bilirsin? Kafan kel iken saça, yüze ait nasıl misal getirebilirsin? Musa bile sopayı alelâde bir sopa gördü ama öyle değildi. O bir ejderha idi. Sırrı, dudağını açtı da hakikatini söyledi.” (Mesnevî, III, 226 [b. 2786-88])

Mevlânâ nasıl ve ne şekilde olursa olsun muhatabına ulaşmayı ve onu irşadı esas aldığı içindir ki; “Maksat mânâdır ve bu mânâyı başka bir sûrette söylemek mümkündür. Fakat mukallit olanlar ancak maddî ve müşahhas bir şeyle sözü kabul ediyorlar. Onlara söz anlatmak güçtür.” gerçeğinden hareket etmektedir. (Fîhi Mâ Fîh, s. 133.) Bunu yaparken de avamın anlayışının bu temsilî anlatımları kavrayamamasından endişe ettiğini, kaş yaparken göz çıkarmaktan korktuğunu ve bu tarz anlatımlarda bulunmakta zaman zaman tereddütler yaşadığını, fakat bunun da elinde olmadığını dile getirdiğini görürüz:

“Bu söz; çok misal, şerh ve îzah ister. Fakat avamın anlayışı sürçer diye korkuyorum. Bu sûretle iyiliğimiz kötülük olmasın. İyilik yapıyoruz diye kötülükte bulunmayalım. Bu söylediğim de ancak kendimde olmadığımdan, ihtiyarım elimde olmadığındandır.” (Mesnevî, ıı, 64 [b. 840-41])

Mevlânâ zaman zaman konuşmak ve susmak arasında tereddüt eder. Kezâ o birçok gazelin sonunda kendine «hâmûş ol, sus» diye seslenir ki bu kelimeyi onun mahlâsı olarak kullandığı şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Ancak o bazen «hâmûş» kelimesinin mânâsına mutâbık olarak susar ve konuşmaktan çekinir. Çünkü böyle zamanlarda söz gümüşse sükût altındır.

Dinleyicilerin fikir sürçmesi yaşaması da onun söyleyip söylememek hususunda çekindiği hususlardandır. Dinleyenlerin yetersizliği, aşağılık kişilerin sırlara âşina olması ve sözden anlamayan bir muhatapla karşı karşıya kalması da onun susması için birer sebeptir. O, zaman zaman «halkın akılları miktarınca söyleyip sonrasında susmak» gibi bir peygamber düstûruna uymaktadır.

Avama söz söylemeyi denizi bir su kanalına sığdırmaya benzetir ve mümkün görmez. Meclisinde muhalifleri varsa o zaman da diline düğüm vurur ve susar. Kem gözlerin nazarından çekindiği zaman da söylemekten kaçınır veya remiz ve kinâyelerle konuşmaya özen gösterir. Mevlânâ’nın söylemekten kaçındığı bunların benzeri daha birçok sebepler bulmak mümkündür.

Yüzakı: Mevlânâ yer yer kullandığı misallerin zâhiren alınmaması konusunda okuyucuyu uyarıyor değil mi?

Sâfi ARPAGUŞ: Evet, Mevlânâ her zaman insanları işlerin zâhirine saplanıp kalmak yerine ondaki hikmeti ve arkasında gizli hakikatleri görmeye çağırır.

“Ey düşkün sen kıssadan hisse almaya bak! Kıssaları duyup, «nakış » kelimesine «ş» harfinin eklendiği gibi o kıssaların sûretine bağlanan, dış yüzüne kapılan kimseye benzeme!” (Mesnevî, II, 278 [b. 3616-3617]; Mesnevî, IV, 277 [b. 3459-3464])

“Mesnevî’nin sözlerindeki sûret de sûrete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, mânâya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur!” (Mesnevî, VI, 55 [b. 655])

“Kıssa, bir ölçeğe benzer; mânâ, içindeki tâneye. Akıllı kişi tâneyi alır, ölçek var mı, yok mu? Ona bakmaz. Aralarında sözden eser yok, fakat bülbül ile gülün macerasını dinle!” (Mesnevî, II, 278 [b. 3622-3624])

Bu ikazlar da göstermektedir ki o, hep işin sûretine değil mânâ ve özüne dikkat çekmektedir. Bu anlamda kabuk-öz, sûret-mânâ, zâhir-bâtın gibi zıtlıklara dikkat çekip, görünüşe aldanmamayı ve «zâhir-bîn/zâhiri görücü» olmamayı Musa -aleyhisselâm- ve Hızır -aleyhisselâm- arasındaki arkadaşlığa atıflarla izah eder.

Yüzakı: Şerh edilmeksizin doğrudan tercümelerde bu remizler sizce günümüz okuru tarafından doğru anlaşılabiliyor mu? Özellikle Mevlânâ’nın «hümanist-sevgi/barış yanlısı bir düşünür» olarak sunulmaya çalışıldığı hengâmda Mevlânâ’yı doğru bir şekilde okumak isteyenlere neler tavsiye edersiniz?

Sâfi ARPAGUŞ: Günümüz okuru genel anlamda bu remizlere âşina değil. Hattâ, çok özel gayretlerle bu konularda kendisini malûmat sahibi yapmış olanlar müstesna hemen hiçbiri bilgi sahibi değil denilebilir. Meselâ yukarıda zikretmeye çalıştığımız «kuş dili» remzinin günümüz insanına yapacağı çağrışımı düşünelim. Sizce hiçbir alâkası olabilir mi? Bu anlamda bazen şerh etmek de yeterli olmayabilir. Belki bu irfanın toplum seviyesinde belirli oranda zemin bulması bir çözüm olabilir.

Mevlânâ’nın bütün bu kavramları bünyesinde taşıyan bir «mutasavvıf» ve «mürşid-i kâmil» iken, hiç de gerek olmadığı şekilde «hümanist, sevgi ve barış yanlısı bir düşünür» profilinde takdimi ise, bir kompleks ya da zihnî bir bulanıklığın eseri olabilecek bir yaklaşımla sadece meseleyi farklı bir ortamda nitelemek ya da Nasreddin Hoca’nın evde kaybettiği şeyi «daha aydınlık!» diye sokakta araması gibi bir ironiye benzer.

Mevlânâ’yı anlamak isteyen kimsenin öncelikle, tasavvuf nedir? Bu anlayışın varlık ve mârifet anlayışı nasıldır? Bu alanda kimler neler söylemiştir, hangi fikirleri ortaya koymuşlardır? Bütün bunların bilinmesi önceliğini kavraması gerekir. Sonra da bu anlayış içinde Mevlânâ nereye tekâbül eder, neler söylemiştir, bugünkü başarı ve cazibesinin mahiyeti ne oranda hangi düşünce ve yaklaşımlarının eseridir, bunun çözümlemesini yapmalıdır.

Yüzakı: Son olarak söylemek istediklerinizi alabilir miyiz?

Sâfi ARPAGUŞ: Efendim, Hazret-i Pîr’in sekiz yüzüncü doğum yılı dolayısıyla UNESCO’nun yaklaşımı çerçevesinde kültür dünyasının her türlü faaliyeti güzel ve yerindedir. Bu çerçevede resmî ya da gayrı resmî yapılan faaliyetleri hayırla yâd etmemek kadir bilmemek olur. Ancak, maksadın hâsıl olması için verimli çalışmalar ve Hazret-i Mevlânâ’nın «bîzâr» olmayacağı, onun kimlik ve anlayışını yansıtan «kimlikli» faaliyetler devam etmelidir.

Onun bu âlemşümul hakikat ve değerleri sadece «hoşgörü» adına popüler kültürün magazinleşmiş yaklaşımına kurban edilmemelidir. Bu noktada özellikle dünya kültürel mirasının bir parçası ve bu aşk ve vecdin tezahürü olan «semâ‘»ın bir gösteri ve şov değil, bir tür «zikrullah » olduğunun bilinmesi gerekir.

Bu sebeple bize göre bu «âyîn-i şerîf»in değerine paralel mekân ve zamanlarda icra edilmesi sorumlu olan herkesin boynunda bir vebaldir. Ama yine de bütün bu faaliyetlerin faydadan hâlî olmadığını düşünüyorum. İnşallah hayırlara vesile olur. Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler…