Mekke’de Bir Ev – III

ALİ HÜSREVOĞLU

(Özet: Müslüman oldukları için oğullarını evde hapseden Süheyl Bin Amr, Bedir Savaşı’na katılmış müşrüklerin mağlup olduğu harpte esir düşmüştü.)

Süheyl, kısa sürede Mekke’ye döndü. Önü alınmaz bir hınç, yenemediği bir öfke, kırılmış bir gurur onu yakıp kavuruyordu. Oğlu Ebû Cendel evinde onu karşıladı. Birkaç zaman önce Halid bin Velid’den ve Ebû Süfyan’dan hakaret gören Ebû Cendel, babasına karşı savaşmaya da gitmemişti, onu kurtarmaya da. Süheyl’de bunu ilgisizlikle yorumlama sonucu oğluna karşı bir kırgınlığı ve kızgınlığı vardı. Çünkü kendisini:

“–Hoş geldin babacığım!” diyerek sıcak karşılayan Ebû Cendel’e:

“–Görünme gözüme ey hayırsız!” diye hitap etmişti. Devamla; “Nasıl olur da babana karşı bu kadar ilgisiz kalabilirsin? Herkesin bir yakını gelip kurtarırken nasıl sen burada bir şey yokmuş gibi oturabilirsin?” diyordu. Ebû Cendel:

“–Sen benden buradan ayrılmamam üzere söz almadın mı?” diye sordu.

“–Evet, aldım.” dedi Süheyl.

“–Sözümde durmak için başka ne yapabilirdim ki?” diyen oğluna:

“–Hâlâ müşrik saydığın babanın yemini senin için nasıl değer ifade edebiliyor?” dedi. Ebû Cendel:

“–Ben sözümde durdum.” diye cevap verdi. Babasını yatıştırmaya, rahatlatmaya çalışıyordu:

“–Bak babacığım evde sütlü şerbet var. İç sıkıntısına ve öfkeye iyi gelir. Sana ondan vereyim.” deyince Süheyl ikrâmı kabul etti. Ebû Cendel babasını konuşturmaya çalışıyordu:

“–Kâbe’nin sahibinin hakkı için babacığım, neler yaşadın, anlatır mısın?”

“–Hayırsız kardeşin var ya! Biz Bedr’e varır varmaz Müslümanlar tarafına uçtu.”

“–Elhamdülillâh.”

Süheyl, bu ifadeden çok gerildi:

“–Savaşı kaybettik. Fakat ondan sonra bir şey oldu. O andan beri içimde evirip çeviriyorum, bir türlü anlam veremedim…”

“–Ne oldu babacığım?”

“–Ömer’i bilirsin. Hattab oğlu Ömer.”

“–Hayırdır, ne yaptı yine?”

“–Ön dişlerimi sökmek için Muhammed’den izin istedi. Böyle olunca ben hatiplik yapamayacakmışım.”

“–Peki O ne dedi?”

“«–Bırak onu ey Ömer! Belki o, bir zaman gelir seni memnun edecek bir konumda olur.» dedi.”

Ebû Cendel, tarifsiz bir coşku içinde tekrar:

“–Elhamdülillâh!” diye haykırdı.

Süheyl’in gerginliği artıyordu. Dişlerini sıkarak:

“–Bunu nasıl yorumladın ey hayırsız?” diye sordu.

“–Bu muazzam bir müjde ey babacığım! Göreceksin sen, yakında Müslüman olacaksın. Eğer olmayacak olsaydın Peygamberimiz kesinlikle böyle demezdi.”

Süheyl verecek cevap bulamadı. Bundan sonrası için:

“–Yalnız…” dedi. “Yalnız senden bir dileğim var. Mekke’de kalıp beni yalnız bırakmamanı istiyorum.”

Ebû Cendel bunu zaten kabul etmişti. Bundan belki gizli bir zevk de alıyordu. Müslüman kardeşleriyle devamlı irtibat hâlinde olan Ebû Cendel Medine’deki her gelişmenin yorumunu yapıyor, babasının şirk ve küfürde ısrarını tatlı tatlı eritmeye çalışıyordu. Bu tartışmaların Süheyl bakımından en onurlusu Hudeybiye dönüşü oğluyla yaptığı tartışma idi.

Ancak Ebû Cendel Peygamberimiz’in bin dört yüz kadar arkadaşıyla umre yapmak üzere Hudeybiye’ye kadar geldiğini duyunca zincirlerini sürüyerek Mekke’den kaçmış, anlaşma yazılıp bitmeden Hudeybiye’ye ulaşamadığı için Müslümanlar tarafına kabul edilmemiş, yalnız Peygamberimiz’den:

“Ebû Cendel sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin. Allah ona ve onun gibi ezilenlere bir çıkış yolu açacak.” müjdesini almıştı.

Bu müjdeyi alan Ebû Cendel geçici olarak Mekke’ye dönmüştü. Baba evinde uzun süren esaret hayatı sinirlerini tahrip etmiş, gergindi. Süheyl ise kendine göre anlaşmanın galibi idi.

Süheyl, anlaşma maddelerinin tümünü kendisinin teklif ettiğini, Muhammed’den bir madde teklifi gelmediği gibi hepsini eksiksiz kabul ettirdiğini ballandıra ballandıra anlatıyor, bu onun gururuna gurur katıyor, yere-göğe sığamıyordu. Ebû Cendel’in oralı olmaması, babasının gururunu önemsememesi onu biraz daha kendinden bahsetmeye, daha fazla algılanma isteğinin kabarmasına sebep oluyordu. Süheyl:

“–Anlaşmada kendimi adam saydırdım, Muhammed’in sıfatlarını da kabul etmedim.” diye söze başladı. Ebû Cendel sordu:

“–Söyler misin, sen O’nun karşısında kendini nasıl adam sayabiliyorsun ve dediğini kabul ettirdiğinden bahsediyorsun?”

“–Aynen dediğim gibi. Anlaşmanın başına «Rahman ve Rahim Allâh’ın adıyla» ibaresini koydurmak istedi. Ben; öyle olmaz. Bizim bildiğimiz gibi yazdır. Biz Rahman’ı Rahîm’i tanımıyoruz. «Bismikellāhumme: Sen’in adınla yâ Allah!» diye yazdır, dedim. O da kabul etti.”

“–Sonra?”

“–Kendisini «Rasûlullah» diye yazdırmak istedi. Ben de eğer Sen’in Rasûlullah olduğunu kabul etseydik Sen’inle bunca yıl savaşmazdık, dedim. İddia ettiği her sıfattan tecrit edilmiş olarak ben nasıl Amr’ın oğlu Süheyl diye anılıyorsam, onu da Abdullah oğlu Muhammed diye yazdırdım. O da kabul etti.”

“–Sen kabul etsen de, etmesen de O Allâh’ın Rasûlü’dür. Sonra?”

“–Bu sene Mekke’ye girip umre yapmak istedi. «Bu sene olmaz!» dedim. Gelecek sene gelmesini söyledim. Bunu da kabul etti. Sonra bizden kim Muhammed’in tarafına kaçarsa onu bize iade etmesini şart koştum. Muhammed’in tarafından kim bize kaçarsa iade etmeyeceğimizi kabul ettirdim…”

“–Bunları zafer sayıyorsun ha?”

“–Hem de nasıl… Niye zafer olmasın ki? Daru’n-Nedve’de arkadaşların beni takdir ve tebriklerini bir görmeliydin. Beni koyacak yer bulamıyorlardı.

Fakat sen, buraya çakılmışsın, hiçbir yere çıkmıyorsun. Daru’n-Nedve’ye de gelmiyorsun ki Ebû Süfyan bana ne muazzam iltifatlar etti duyasın. «Eğer ben gidip Muhammed’le konuşsaydım bunları kesinlikle kabul ettiremezdim.» dedi.”

(Devam edecek.)