Din Kültürü Dersinin «Zorunluluğu»

H. Kübra ERGİN

Son günlerde yeni anayasa tartışmalarıyla birlikte din kültürü ve ahlâk bilgisi derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması konusu yeniden gündeme geldi. Geniş bir kesim, mevcut din derslerinin yetersiz olduğunu düşünürken, bu derslerin idarecilerin inisiyatifine kalmış, yok olmaya mahkûm bir seçmeli ders hâline getirilmesi teklifi elbette tartışmalarla karşılandı. Biz de bu tartışma vesilesiyle eğitimle din arasındaki bağı yeniden gözden geçirmeyi istiyoruz.

Öncelikle eğitimin amacı nedir? Neden yetişkinler, çocuk ve gençlere eğitim verirler?

Eğitimin temel felsefesi hiç şüphesiz; «insan yavrusunun diğer canlılardan farklı olarak, eğitilebilir ve eğitime muhtaç olduğu» kabulüne dayanır. Bu kabul ise, semavî dinlerin dünya-insan görüşünü temel alır.

Semavî dinler insanı, eğitimle gelişebilir bir akıl-ruh varlığı olarak tarif etmiştir. Eğer semavî dinlerin insana getirdiği tanımı dışlayıp, meselâ; bilimci ideolojinin insan tarifini esas alacak olsak, insanın ruh sahibi olup olmadığına karar verebilmemiz güçtür. Hattâ bilimci ideoloji, tüm medeniyet birikimine rağmen insanı, hayvandan sadece derece farkıyla tarif etmekte ısrarcı olabilmektedir.1

Hâlbuki medeniyetini kurarken insanoğluna rehberlik eden, onu; «büyük beyinli, ellerini kullanabilir bir canlı türü» olarak tarif eden bilimci ideoloji değil, insanı, kâinatın merkezine koyan dinî dünya görüşü olmuştur.2 Bütün bir medeniyetimiz de dine dayalı dünya görüşünden doğmuş ve yükselmiştir.

Eğer eğitimin temel amacının «insanoğlunun medeniyet birikimini gelecek nesle aktarması» olduğunu kabul edecek olursak, yine medeniyetin dayanağı olan dinin gelecek nesle öğretilmesinin zorunlu olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü medeniyetin bizzat kendisinden doğduğu bütün değerler, din menşelidir.

Din, medeniyetin dayanağıdır, çünkü medeniyet felsefesinin de temeli, dine dayalı dünya görüşüdür. İnsanlar, yeryüzünde bir medeniyet binası yükseltme hak ve vazifesiyle yüklü olduğu şuuruna hiç şüphesiz, dinî dünya görüşüyle erişmiştir. Nitekim ilk medeniyetlerin daima din temelli olması da bunu doğrular. Dinden uzaklaştıkça medeniyetin de sorgulanır olması, yine din-medeniyet ilişkisinin bir başka göstergesidir.

Gerçekten de yeryüzünde bir halîfe olma hak ve sorumluluğu, dinî görüşten kaynaklanır. Dinden tamamen kopuk bilimci ideolojinin insan tarifini esas alarak insanı çok gelişmiş bir yeryüzü canlısı sayacak olsak, insanın diğer canlılara hâkim olmaya ve istifade etmeye hakkı olduğunu nasıl savunabiliriz? Öyleyse bilim ve teknoloji gibi, maddî uygarlık birikiminin dahî temel felsefesi, insanın tabiatüstü bir varlık olduğu inancından doğan dünya görüşüdür.3

Öte yandan dinin insan felsefesi, insanın sorumluluğunu haklarından önce zikrederek, fiillerine hukuk ve ahlâk sınırları getiren bir dünya görüşüdür. Bu özelliğiyle din, insanın medeniyetini inşasını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesinin asgarî şartıdır.

Birçok mütefekkir, dine ihtiyaç olmadan da ahlâkî değerlerin yaşatılabileceğini ileri sürdüyse de tezahür eden gerçek, çoğu zaman bunun aksi olmuştur. Nitekim ahlâkî değerleri dinden kopararak yaşatmaya çalışanları Tolstoy; «hoşlandıkları bir bitkiyi koparıp köksüz bir hâlde toprağa dikmeye çalışan çocuklara» benzetmiştir. «Oysa köksüz bir bitki olmadığı gibi, dinî temeli olmayan hakikî ve hayata geçirilebilir bir ahlâk da olamaz. Din, insanın kendine; kendi benliği ile kâinat ötesi arasında kurduğu ilişkidir ve ahlâk da bu ilişkiden doğan sürekli bir hayat düsturudur.»4

Sadece ahlâk yasaları değil, dinî şuurun yitirildiği yerde hukuk yasalarının bile hiçe sayıldığını görmek zor değildir. Eğer eğitimin önemli bir amacı da, kanunlara ve toplum düzenine saygılı, iyi vatandaşlar yetiştirmekse yine dinî eğitime ihtiyaç vardır.

Çünkü her şeyden önce yasaların vicdanlarda hüsnükabul görerek benimsenmesi ancak dinin insana getirdiği tarife inanılmasıyla mümkündür. İyi düşünülecek olursa, hukuk ve siyaset gibi toplum sözleşmelerinin dinle bağlantısı kolayca görülebilir. Her şeyden önce insanoğluna ilk ahlâk ve hukuk yasalarını din koymuştur. Böylece din «insanın yasalara uymak üzere dürtülerini frenleyip kendini kontrol edebilecek bir varlık olduğunu» söylemiş ve gönüllere kabul ettirmiştir. Eğer insan maymundan bir derece farklı bir varlık kabul edilecek olursa, ona yasa yapmak, uygulamak ve yasalara uyacak şekilde kendini frenlemek gibi görevler yüklemenin nasıl bir dayanağı olabilir?

Bir başka deyişle medeniyetimizin, ister yazılı olan hukuk ve siyaset gibi resmî yasaları, isterse yazılı olmayan, uygulamada geçerliliği bulunan ahlâk ve görgü kuralları gibi gayri resmî kurallarının temel mantığı hep dinî dünya görüşü kaynaklıdır. Gençlerimizin dinî dünya görüşünü hiç değilse ana hatlarıyla tanıyıp öğrenmeleri azamî bir ihtiyaç ve haktır.

Buraya kadar eğitimin toplumsal yönüne temas ettik. Ancak eğitimin asıl amacının «ferdin kendini olgunlaştırmasına ve amaçlarına ulaşmasında ona rehberlik etmek» olduğunu ihmal etmiş değiliz. Aksine bu amaç hiç şüphesiz fertlerin birleşip toplumu oluşturmasının medeniyet birikimini meydana getirmesinin de temelinde yatan asıl amaçtır. Sonuçta toplum da ferdin kendini olgunlaştırma imkânına kolayca kavuşmasını sağlamak için vardır.

Ferdin kendini olgunlaştırması için, öncelikle kendi var oluşuna bir anlam ve amaç seçmesinin gerekli olduğu inkâr edilemez. İnsanın var oluş anlam ve amacı ise, başlı başına bir din konusudur; hem de dinden başka hiçbir bilgi türünün cevap veremediği bir mevzudur.

Felsefe yürüyüşü boyunca mütefekkirler, dinin açıklamasına alternatif bir var oluş amacı ortaya koymak için uğraştılarsa da gelebildikleri nokta, insanın var oluşunun bir anlamı ve amacı olduğunu inkâr etmekten ibaret kalmıştır.5

Freud’un bir dostunun sorusuna cevap olarak yazdığı gibi: «Hayatın anlamını ancak din söyler.» Nitekim Eliade de aynı şekilde insanın varlığına anlam getiren ve amaç gösterenin ancak din olabileceğini söylemiştir.6 Din aleyhtarı dünya görüşü; dini, insan hayal gücünün ürünü, çarpıtılmış bir ideolojik gözlük olarak tanımlayıp, gençleri dinden uzak bir şekilde yetiştirme çabasına girdiğinden beridir, gençler mânâ boşluğunu neyle dolduracaklarını bilemez durumdadırlar. Oysa yetişkinlerin hayata ve insana anlam katan tek müesseseden gençleri mahrum etmeye hakları yoktur.

Aksine, din aleyhtarlarının bile din kültürü dersi alarak çocuklarının şuurlanmasını istemeleri beklenir. Çünkü din kültürü almayan bir gencin, hayatına anlam katacak bir inanç peşindeyken, yaşının gereği kimlik bunalımı ve hissî çalkantılar eşliğinde tehlikeli akımlara kapılmaları ihtimali yüksektir. Oysa din nedir, bir dinin değerleri ve referansı ne olmalıdır, gibi konularda temel bilgileri edinmiş bir genç, hayatına bir mâneviyat muhtevası seçmek istediği zaman hiç değilse asgarî bir kültüre sahip olabilecektir.

Hulâsa, çocuklarımızın, coğrafya, geometri, biyoloji, kimya, müzik, İngilizce gibi din kültürü ve ahlâk bilgisini de temel eğitim kurumlarımızda aldıkları eğitim içinde alması gayet tabiîdir. Diğer hiçbir derste altı çizilmeyen «zorunluluğun» din dersi konusunda sürekli gündeme getirilmesi, dinin kültürünü dahî eğitim dünyasından büsbütün çıkarmaya yönelik bir adımdan ibaret olan «seçmeli ders» gibi süslü kavramlara sığınılması mânâsızdır. Kısa bir yazıda ve batılı filozofların görüşlerini vererek özetlemeye çalıştığımız üzere, böyle bir anlayış, insanoğlunun kurduğu ve eğitim vasıtasıyla yarınlara aktarmaya çalıştığı medeniyetin felsefî temellerine de aykırıdır.

1 Orhan HANÇERLİOĞLU; Düşünce tarihi, (Remzi Kitabevi ilkbasım 1963) adlı kitabında; Jean ROSTRAND’ın Biyoloji Açısından İnsan, (Ender GÜROL çevirisi, Varlık yay. 1964) adlı eserinden alıntı yaparak, bilimci ideolojinin insan ve medeniyeti hakkındaki görüşünü şöyle özetliyor; «W. KÖHLER, zekânın hayvanlarda da bulunduğunu ispatlamıştır. İnsanda karşılaştığımız töre (ethik), değer ölçüleri, toplumsallığın meydana koyduğu, tabiatla hiçbir ilgileri bulunmayan fenomenlerdir. İnsanca bir özellik olarak ileri sürülen dil fonksiyonu da nihayet gelişmiş bir beyin işidir. Dil fonksiyonu, beyinde, silvius yarığı dolaylarına yayılmıştır. Maymungillerde kendilerine göre bir dil bulunduğu Gerner ve Schwidetzky’nin gözlemleriyle doğrulanmıştır. Kohts yirmi üç kelimeli, Blanche W. Learned otuz iki kelimeli bir maymunca bulunduğunu ileri sürmektedirler.» Bu görüşlere göre tüm medeniyet birikimine rağmen insan, maymundan bir derece daha ileri bir canlı türüdür.
2 Hegel’e göre hürriyet gibi ilâhî sıfatlar insanlık âleminde hukuk ve ahlâk başta olmak üzere medeniyet kurumları vasıtasıyla maddeye hâkim olmuştur. Böylece insan hürriyetin bir göstergesi olan hukuk sayesinde medeniyetini genişletmiş, kudret ve hâkimiyetiyle birlikte hürriyetini artırmıştır. Hegel, La Raison dans l’Histoire, s. 74-75. Bir başka deyişle, medeniyet bir hukuk meyvesi olarak ilâhî bir armağandır.
3 Bilim felsefesi temelde Descartes’ın «kainat kitabını okuma ve ona hâkim olma» hedefine dayandırılmaktadır. Bu hedef ise, semavî dinlerin insan tarifinden müstakil olarak gelişmemiştir. Nitekim birçok neopagan (nevzuhur putperestlik savunucuları), internet sitelerinde ve kitaplarında, İbrahimî dinlerde görülen; «yeryüzünün insan için yaratılmış olduğu» gibi inançların; (homosantrik) «insan-merkezci» bir bakışla tabiatı sahiplenip kullanmaya imkân verdiğini ileri sürerek, semavî dinleri güya tenkit etmektedirler. (Paganism Today: Wiccans, Druids, the Goddess and Ancient Earth Traditions for the Twenty-First Century (Paperback) 1996 9. bölüm) Hâlbuki bu itiraf, bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır: «Bütün bir medeniyet birikimimiz dine dayalı dünya görüşü üzerinde yükselmektedir. Eğer dinin insan tarifi reddedilecek olursa insan medeniyetinin meşruiyeti yoktur!»
4 Tolstoy, Leo Nikolayeviç, (1998), Din Nedir?, (Çev. Murat ÇİFTKAYA), Kaknüs Yayınları, İstanbul s. 97
5 Heidegger, Sartre gibi düşünürler…
6 Mircae Eliade 1959, The Sacred and the Profane, Trans. Willard R. Trask, New York.