Yaş Kemale Ererken…

H. Kübra ERGİN

Kenarlarından başlayarak kiremit rengine dönüşmeye başlamış yapraklar arasından sarkan, dalların güçlükle taşıdığı olgun salkımlar… Tam bir sonbahar resmi olan bu asmanın karşısındaki bankta oturmuş, sıranın bana gelmesini bekliyorum.

Oturduğum bank, Eyüp semtinin, tarihî dokuya uygun, Osmanlı yadigârı bir binasında hizmet veren sağlık ocağının bahçesinde bulunuyor. Bir grup yaşlı hastayla birlikte, bahçenin hemen hemen yarısını kaplayarak çardağa çevirmiş bu asmanın gölgesine sığınmış, âcizane bekleşiyoruz.

Mide rahatsızlığım nüksettiği için muayene olmaya geldiğim bu sağlık ocağında, artık kendimi birlikte bekleştiğimiz kâmil teyzelerden çok farklı görmüyorum. Artık yalnız aynalar değil, bütün bedenim kâmilleşmeye doğru kararlı adımlarla ilerlediğimi söylüyor.

Kâmilleşmek…

Küçükken; o sıralarda 80’li yaşlarını yaşamakta olan büyük annemin sık sık «kâmilleşmekten» şikâyet ettiğini duyardım. Ne gariptir ki o; «yaş kemale erdi artık, merdiven çıkamıyorum…», «kâmilleştim, gözüm görmüyor. Kur’ân-ı Kerim okuyamıyorum…» gibi cümlelerde «kâmilleşmeyi» daima fizikî yetersizliklerini açıklamak için kullanırdı. Ben de bu kelimenin yaşlılıkla beraber ortaya çıkan eksilmelerle irtibatlı olduğunu zannederdim.

Gün gelip «kemale erme»nin aslında; «olgunluğa, tamlığa ulaşmak» mânâsına geldiğini öğrenince kafam karışmıştı. Kâmillik, olgunluk ve tamlanma mıydı; çökmek ve eksilmek mi?

Meğerse her ikisi de doğruymuş. Ahmed Hâşim’in dediği gibi; «ne yazık ki vücudun çökmesi; zekânın olgunlaşması zamanına rastlar»mış…

Tam da az önce resmini çizmeye çalıştığım asma gibi… Salkımlarının en olgun zamanında yapraklarını yitirmeye başlayan asma gibi; insanoğlu aklının ve rûhunun olgunluk çağında bedeninin solduğuna ve onu terk ettiğine şahit oluyor. O zaman anlıyor ki meğerse bu beden yaprağı, ruh salkımının olgunlaşması için bir mevsimlik misafirmiş…

Gerçekten de bedenin gelişmesinin durduğu, hattâ gerilemeye başladığı bir zamanda, tecrübelerin etkisiyle akıl, tamlığa erişiyor, daha doğru ölçüp tartmaya başlıyor. Bu yüzdendir ki eskiler; «İhtiyar, gencin bir aynada göremediğini, bir tuğla parçasında görebilendir…» demişler.

Bu sebeple olacak eskiden beri toplumun idaresinde daha çok ihtiyarların söz sahibi olması uygun görülmüş. Nitekim bugün yaşlı mânâsında kullandığımız «ihtiyar» kelimesi; «seçmek, hayırlı olana karar vermek» mânâsına geliyor. Toplum namına seçimleri yapan kişilerden oluşan kurula «ihtiyar heyeti» diyoruz. Birçok zaman bu kişiler yaşça olgunluk çağına ulaşmış oluyorlar.

Bu, yalnız ülkemize mahsus bir şey değil. İngilizce’de senato anlamında kullanılan kelime de «yaşlılar» demek. Yaşlılık eskiden beri «tecrübelerin akla yol gösterdiği çağ» olarak bilinmekte.

Yalnız akıl mı? Hayır, insan gençlik çağında savrukça harcadığı tüm yeteneklerinin değerini yaşlanmaya başlayınca anlıyor. Yaşlılıkta insanın zevki inceliyor, arzuları ve duyguları değerliyi değersizden ayırt eder, her şeye ancak hakkını verir hâle geliyor. Buna bağlı olarak yaşlılık çağında yıpratıcı duygu aşırılıkları azalıyor. İşte olgunlaşma dediğimiz de bu; görüp geçirmişlikten gelen göz tokluğu gibi bir şey…

Şimdi içinde bulunduğum manzaraya tekrar dönüyorum ve çevremdeki yaşlılara bakıyorum. Şu devirlere şahit olmuş semtin, güngörmüş binasında, bu yaş yaşamış insanlarla iç içe ve kendimi onlara pek yakın hissettiğim bir zamanda; kendimi sorguluyorum; “Acaba ben etrafımda gördüğüm çeşit çeşit yaşlıdan hangisine benzeyeceğim?”

Sonbahar mevsiminin bir hasat zamanı olması gibi, yaşlılık da, hasat ve ayıklanma zamanı. Çiftçinin hasat zamanı ürünlerini ayıklayıp tasnif etmesi gibi, biz de bir ayıklanmaya ve sınıflandırılmaya doğru gidiyoruz. Bilmiyoruz acaba bizi değerlendirirken hangi dereceye yerleştirecekler?..

Gerçekten de çevremde birbirinden çok farklı yaşlılar görüyorum. Kimisi gençlerle giyim-kuşam yarışına kalkışıp, onların acımasız alaylarına muhatap olurken, kimisi kendi sahasında bir otorite olmuş; etrafını saran gençlere önderlik ediyor.

Bir kısmı pinti, aksi bir varyemez amca olmuş; ölse de mirası kalsa diye beklenirken; bir kısmı hayırseverliği sebebiyle daha bu dünyadayken minnet ve saygı görmekte.

Bazısı sürekli durumundan şikâyetçi, baş ağrıtan, huysuz bir yaşlıyken; bazısı, zorda kalanların duasına ve nasihatine başvurduğu bir mevkide bulunmakta.

Gerçek şu ki; olgunluk, sadece yaşın onlar basamağının büyümesiyle kendiliğinden meydana gelen bir hâl değil, asıl kemale ermek, gençlikten itibaren kazanılan bir hâl…

Bir Yahudi atasözünde; «Yaşlılık aptallar için kış mevsimidir, akıllılar için ise hasat mevsimi» deniliyor. Gençliğini bir tarla gibi ekmiş, sulamış olanlar, ürünü olgunluk çağında topluyor.

Yaşlılığın bir olgunlaşma, değerli hâle gelme olması; gençliğe doğru yatırım yapılmasıyla doğrudan alâkalı. Eğer gençliğin gücünü, güzelliğini, kıvraklığını değerlendirirken yaşlılar gibi olgun olmak mümkün olabilirse; o zaman yaşlanmak; gerçek anlamda «kemale ermek» olabiliyor.

Necip Fazıl’ın dediği gibi; “Zaman sadece armutları olgunlaştırır.” İnsanın olgunlaşması nüfus kâğıdının solmasına bağlı bir şey olmaktan çok öte…

Yoksa hayat bizden gücümüz gibi olgunlaşma umudumuzu da alıp götürürse; Refik Halit KARAY’ın sözünü ettiği duruma düşmek kaçınılmaz:

“Yaşlı insan; hâtıralarını geviş getirerek hayli güçlükle hazmetmeye çalışan mahlûktur.”