Hazan Düşünceleri

Ayla AĞABEGÜM

Sonbahar, edebiyatçılarımıza ilham verirken, bazen bir yok oluşun hüznünü yaşatır, bazen de renk cümbüşü içinde yeni heyecanlar verir. Allâh’a varışın sırrını anlatır. Sessizliğin içinde rüzgârın savurduğu yaprakların hışırtısını dinlerken içinizdeki ses susmayı, konuşmamayı, yazmamayı sadece sessizliğin sesini dinlemeyi fısıldarken, bir başka ses denizler gibi coşarak anlatmanızı öğütler. Bir sonbahar mevsiminde edebiyat bahçesinde gezinelim, bakalım kimler neler söylemiş…

Mehmet Rauf’un Eylül romanının kahramanı Suat. “Eylül malûm, hüzün ve matem ayıdır. Evet her şey çürüyor, her şey… İnsanlar da çürümeyecekler mi? Ne renk, ne rayiha… İşte yapraklar ölüyor… Rüzgâr insafsız, yağmur inatçı, her şey çürüyor… Demek biz de çürüyeceğiz. Suat, hayatın nasıl fânî geçmiş olduğunu anladıktan sonra, artık bir şey de yapmak kābil olmadığını görerek, böyle çürümek, bitmek ona pek insafsızca, pek acı geliyordu.” Kahramanımız, tasavvuf erbabıyla tanışmış olsaydı «çürümek, bitmek» ona insafsızca gelmeyecekti. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Tefviznâme’sinden yeni ilhamlar alabilirdi:

Bir işi murâd etme
Olduysa inâd etme
Hak’tandır o reddetme
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Ahmet Hâşim, bir sonbahar sabahı Napoli’dedir ve eylül meyvelerinin kokuları içinde şehre gelmiştir. “Gittiğimiz gün Napoli’de sonbaharın bereketi kutlanıyordu. Bütün evlerin pencereleri ve balkonları lifte bağlarla tutturulan yüzlerce kavunla donatılmış, manavların tezgâhları üzerinde iri kızılcık biçiminde domatesler, görülmemiş irilikte sapsarı biberler, siyah incirler, pembe şeftaliler ve kehribar renginde üzümler yığılmıştı. Üç beygirlik yük arabaları kırların bin bir ürünüyle yüklü ağır ağır şehrin yollarından geçiyor, yabancı olduğumuzu anlayanlar arabamızı durdurarak nar ve incir atıyorlardı. Seyahat bütün dertlere devaydı.”

Ahmet Hâşim, bir sonbahar günü yurtdışındayken kendi ülkesinin sonbaharlarına benzer bir gün geçirmiştir. Bir başka gün, sonbahar onu yeni düşüncelere daldırır:

Suyu yâkūta döndüren bu hazan
Bizi gark eyliyor düşüncelere…

Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar,
Dalmış üstündeki kuşlar yâda;

Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen dünyâda!

Bâkî, Kanunî devrinin dîvan şairlerindendir. Kendini o vadinin ustalarından sayarak;

Bu devr içinde benim, pâdişâh-ı mülk-i sühan
Bana sunuldu kasîde, bana verildi gazel

derken, kendisini söz ülkesinin padişahı sayar. Kaside ve gazel vadisindeki ustalığından da söz eder. Kanunî devrinin maddî ve mânevî ihtişamı, onun şiirlerinde mısralara akseder. Sonbahara devrin tesiri altında kalarak bakar, ruh hâli Servet-i Fünun devri yazarlarından Mehmet Rauf’ta olduğu gibi hüzünlü değildir. Sonbaharı bir ressam gibi şiire aksettirir:

Gülşene altun varaklar zeyn idüp bâd-ı hazân
Gûyiyâ zer-kûblar dükkânı oldı gül-sitân

“Sonbahar rüzgârı gül bahçesini altın yapraklarla süsledi. Bahçe altın dövüp, altın işleyenlerin dükkânına döndü.” Sonbaharın renk cümbüşünde hayran hayran etrafa bakarken, altın kelimesi bize devrin ihtişamını hatırlatıyor.

Rişte-i bâran gümüş tel sîm-keş ebr-i harif
İki çerha döndüler gûyâ zemîn ü âsmân

“İplik iplik yağan yağmur damlaları gümüş teller gibi parlıyor. Sonbahar bulutu saf bir gümüş yığını gibi, yer ve gök bu gümüşü işleyip tel hâline getiren iki çarka döndüler.” Gümüşü düşünürken, devrin zenginliğini, rahatlığını, fethedilen ülkeleri, pırıl pırıl parlayan kılıçları düşünebiliriz.

Bâkî, bir başka gazelinde dünya saltanatına fazla güvenmememizi de söyleyerek bizi ikaz eder:

Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düştü çemende berg-i dıraht îtibârdan

“Bahar mevsiminden eser kalmadı, ağaç yaprağı bahçede yere düştü (itibardan düştü).” İnsan hayatı da bahçedeki ağaçlar gibi değişik dönemlerden geçer. İtibarda olduğumuz dönemler; «Sorumluluklarımı yerine getiriyor muyum, bulunduğum yer benim hakkım mı?» diye sormayız. Biz hak ettiğimiz için orada olduğumuzu sanırız. İtibardan düştüğümüz, hayatımızın sonbaharı sandığımız dönemler, «neden-niçin?» sorularını sormaya başlarız.

Hayatın inişli-çıkışlı yollarından korkmamız gerektiğini bir başka dîvan şairi Nâbî de dile getirir. Nasihatin şiirle, insanı sarsacak bir şekilde verilişinin, haykırışın en güzel örneklerinden biridir. Memleketimiz bir seçimden çıktı ve yeni bir hükûmet kurulacak. İktidarda olanlara da, muhalefette olanlara da Nâbî’nin mısralarıyla seslenelim. Bahar edebiyatımızda güzelliğin, mutluluğun, itibarda olmanın, yükselişin; sonbahar ise üzüntünün, hüznün iktidardan düşüşün sembolüdür. Mısraları devrin diliyle yazarken, açıklamalarını da gençlerimiz için vermek zorunda kalıyoruz:

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtında gamında rûzgârın görmüşüz

“Dünya bahçesinin hem ilkbaharını hem sonbaharını görmüşüz. Zevk ve safanın da kederin de günlerini yaşamışız.” Hayatta olduğumuz sürece mevsimleri yaşıyoruz. Yalnız mevsimleri mi, çevremizde yaşananları da görüyoruz. Haklı olarak yükselenler, haksızlıklarla bir yerlere gelenler… Gördüğümüz ve yaşadıklarımızı değerlendirebilirsek dimdik ayakta kalabiliriz. Sonbaharı da güzellikleriyle görebilmek, kâinatın sırrını düşünebilmek için halkımız; «Çok da mağrur olma, senden büyük Allah var!» diyerek yanlış yolda olanlara; «Dur ve düşün!» der:

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezâran mest-i mağrûrun humârın görmüşüz

“İkbal meyhanesinde çok mağrur olma. Biz ikbal şarabıyla sarhoş olanların ve çok gururlananların içkinin neşesi geçtikten sonraki kıvranışlarını görmüşüz.” Bulunduğu mevkii hazmedemeyenlere, liyakati olmadan yükselenlere, bulunduğu fildişi kuleden bakarken diğerlerini hor görenlere mısralarla seslenebiliriz. Üçüncü beyte geçerken sarsılıp kendimize gelebiliriz:

Top u âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz

“Mevki ve ikbal memleketinin nice taştan kalelerini görmüşüz ki, gönlü kırılan insanların bir top gibi gürleyen ahlarıyla yıkılıp gitmiştir.”

Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz

“Dertli gönüllerin acılarının, üzüntülerinin bir sel gibi akmasıyla, nice ikbal evinin yerle bir olduğunu görmüşüz.”

Beyitler devam ederken, kendimizi sorguluyoruz, ikbal peşinde koşarken yaratılışımızın sırrını unutuyoruz. Yunus gönüllü olup;

Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi?

diyemiyoruz. Demediğimiz, diyemediğimiz için nice baharlar, sonbaharlar geçiyor… Şairler, mısralarıyla sesleniyor. Her seda bize Kur’ân-ı Kerim’den uzaklaştığımızı, Peygamber Efendimiz’i unuttuğumuzu hatırlatıyor.

Hazan, bir mevsimin sonuysa yeni bir mevsimin habercisi…

Hazan, yaşlılığa gidişse ebedî âleme yakınlaşmanın müjdecisi…

Mevlânâ’nın diliyle; “Gerçekten haberi olarak ölen âşıklar, Hakk’ın huzurunda şeker gibi erirler, tatlı tatlı ölürler. Elest kitabından âb-ı hayat içerler de bir başka işveyle ölürler…