Başları Ucunda Hece Taşları

H. Kübra ERGİN

Medeniyetler ölüme ve hayata biçtikleri mânâ ile varlık sahnesinde yerlerini alırlar. Özellikle de ölüme; çünkü ölüme verilen mânâ; çoğu zaman hayatın mânâsını belirler. Hattâ hayatın anlamlı olması da ölümün anlamlı olmasıyla mümkün.

Birçok filozof ölümü hayatın bir çerçevesi olarak kabul etmiştir. Gerçekten de eğer hayat, ölüm gibi bir kesintiyle çerçeve içine alınmasaydı; belki bir mânâsı olup olmamasına bakılmaksızın esas alınabilir; «Hayata bir mânâ ve amaç gerekmez, hayatın bizâtihî kendisi amaçtır.» denilebilirdi. Ancak ölüm gibi zıt karakterli bir kardeşle eşleştirilmiş olması, hayatı mânevî bir muhteva ile zenginleştirilmeye mecbur bırakmaktadır.

Öyle ya, mademki hayat sürekli yürüyor, ilerliyor; geçip gittikten sonra geri gelmiyor, o hâlde varıp kavuştuğu bir makam olmalı. Çünkü ulaşacağı bir nihayet olmadan hayat; hem tezatlarla hem de mânâsız tekrarlarla dolu; âdeta saçma-sapan bir süreç gibi görünüyor. Nitekim ölüme ve ötesine getirilen mânâyı reddeden varoluşçu filozoflar, hayatı «absürd; yani anlamsız, saçma; gereksiz ve fazladan bir varolma hâli» şeklinde tarif etmişler.1

Gerçekten de ölümü hesaba katmazsak hayat tüm apaçıklığıyla birlikte karmakarışık; rengârenkliğiyle beraber biçimsiz, şen-şakrak ama âhenksiz bir sürüklenişe dönüşüyor. Ancak ölüm, hayatın tam zıttı olarak; ötesini göremediğimiz bir ufuk; bir meçhule açılan sükût ve dinginlik olması bakımından; hiç kimsenin saçmalığı yakıştıramayacağı kadar ağırbaşlı ve saygı uyandırıcı bir nitelikte çıkıyor karşımıza…

Bu sebeple batıda nihilizm ve pek çok uzak doğu kültürü, ölümü, intiharı yüceltmiştir. Günümüz batı kültürünü; uzak doğunun ölüm-sever karakterinden; hayat-severliğe sığınmış bir kültür olarak görmek mümkün.

Özellikle kültür atmosferine hâkim ideolojinin; ölümden saçma veya çirkin bir şeymiş gibi yüz çevirip,2 dünya hayatına sıkı sıkı sarılmayı teşvik edişine bakılırsa; modern dünya görüşünü hayat-severlik dininin mensubu olarak tarif etmek bile mümkün. Çünkü günümüzde medya ve yayın dünyasının; genç kalmak, sağlıklı olmak amacıyla yapılan her türlü terapiyi adeta bir dinin ibadet disiplini yerine koyduğu görülüyor. Yine âfet ve kaza sigortaları yaptırmak, düzenli sağlık kontrollerinden geçmek gibi tedbirler de hayat-severlik dininin ahlâk yasası yerinde sayılabilir. Hattâ psikiyatri bilimi de bu dünya görüşü yüzünden; ölüm realitesini göz önünde bulundurmayı sağlıksız bir ruh hâli sayıp tedavi etmeye çalışmakta; fertleri hiç ölmeyecekmiş gibi düşünür ve davranır hâle getirmeye uğraşmaktadır.

İşte bu noktada ölüm ve hayatı doğru olarak mânâlandırmış, bunlardan birini diğerine feda etmeden yahut birinden diğerine kaçmadan; her ikisiyle de barışık bir dünya görüşüne olan ihtiyaç, kendisini hissettiriyor. Bu ihtiyaç için doğuya veya batıya bakmak yerine mirasçısı olduğumuz Osmanlı medeniyetine bakacak olursak; onun ölümle hayatı en güzel şekilde uzlaştırmış, birbirine kenetlemiş ve birbirinin mütemmimi hâline getirmiş bir dünya görüşüne sahip olduğunu görürüz. Hattâ her ne kadar «dünya görüşü» ifadesini kullanmış olsak da, bu medeniyetin rûhunun, «dünya ötesi» bir mânâ muhtevasına sahip olduğunu görüyoruz.

Osmanlı medeniyeti rûhunu, tam da olması gerektiği gibi ölümü hayattan önce zikreden; böylece önce ölümle varılacak hedefi ortaya koyan bir ilâhî kelâmdan alıyor: “Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur…” (Mülk, 2)

Bir hedef konulduğunda, hayat; ölüme karşı boşu boşuna bir direnişten ibaret olmaktan çıkıyor; bilâkis o hedefe doğru kararlı bir yürüyüş hâline geliyor. Böylece hem hayat; imtihanla sembolize edilen eğitici ve kazandırıcı bir tecrübeye dönüşüp değerleniyor; hem de ölüm; elde edilen kazanca kavuşmayı temsil ettiği için ürkütücü olmaktan çıkıp, sevimlileşiyor.

İşte Osmanlı; cihada ve şahadete koşarken de; ardında vakıf medeniyeti bırakırken de bu bütünlükçü dünya görüşünden ilham alıyordu. Osmanlı medeniyetinin hayatla ölümü nasıl barıştırdığının binlerce işaretinden biri de mezar taşlarıdır.

Her medeniyet, duygu dünyasını sanat eserlerinde ifade ettiği gibi, Osmanlı medeniyeti de en güzel sanat eserlerini mezar taşlarına işleyerek göstermiştir. Osmanlı’da mezar taşları; şairinden hattatına, nakkaşından hakkâkine devrin sanatkârlarının ustalıklarını birleştirdikleri ortak eserdir. Günümüzün hem ölümü hem de ölmüşleri dışlayan kültürü sebebiyle yabancılaştığımız; okuyamadığımız, sembollerini anlayamadığımız bu taşlarda; hayatını ölüm ötesi için yaşamış olan selefe kadirşinas bir halefin vefasını görürüz. Bu taşlar peşin menfaat ve zevkler için değil, kendisinden sonra gelecek nesil için yaşamış bir ecdada duyulan vefayı simgeler. Üstelik putlaştırmadan, duygu ve düşünceyi asıl «Bâkî olan»a çevirmekten geri kalmayan bir anmadır bu…

Mezar taşları; «varlığı ebedîleştirme çabasının taşlaşmış aczi» olan heykelin aksine, «ölümü, ölmeden önce tefekküre davet eden»3 sessiz bir sesleniştir. Tefekkür edilecek olan ölüm olunca elbette ona çağıran sanat da en az onun kadar ağırbaşlı ve esrarlı olmalıdır.

Tabiatın basit bir kopyasından ibaret batı sanatının aksine; kelâm, soyut estetik ve sembolik mânânın iç içe geçtiği İslâm sanatının; kendisini mezar taşlarında göstermesi son derece mânidardır. Hayatın karşısında ölüm ne kadar derin, heybetli ve girift bir mânâya sahipse, tabiat ve tabiatın taklidi olan batı sanatının karşısında İslâm sanatı da öyledir.

Aslında atalarımızın ruh dünyasına bir adım da olsa yaklaşmamıza aracılık edebilecek bu eserler az bir çabayla çözümlenebilirse tefekkür ufkumuzu genişletebilir. Böylece «sahip olduğumuzdan daha yüksek bir varoluş şuuruna ulaşmaya zorlayan»4 ölüm; hayatlarımızın basit bir «çoğalma faaliyeti» olmaktan çıkıp değerli hâle gelmesini sağlayabilir.

Hiç şüphesiz bugün dünya, mânâsızca bir çoğalmaya değil; bu çokluğa değer ve nizam getiren bir mânâya muhtaçtır.

1 J.P. Sartre, Bulantı.

2 Aries, Philippe, Western Attitudes towards Death

3 Nidayi SEVİM, Medeniyetimizin Sessiz Tanıkları; Abide yay.

4 I. Yalom; Varoluşsal Psikiyatri