Maksûdun Cenâb-ı Kibriyâ Olsun!

İrfan ÖZTÜRK

Harun Reşid, bir gün yanına nedimini de alarak tebdîl-i kıyafet şehrin dışına çıktı. Göçebe Arapların çadırlarını kurdukları yerleri geziyorlardı. Harun Reşid, nedimiyle beraber, bu çadırlar arasında dolaşırken, eski ve yırtık bir çadırın önünde durdu ve içeriye: «Tanrı misafiri kabul eder misiniz?» diye seslendi. Çadırdan çıkan ihtiyar bir kadın, kendilerini güler yüzle ve büyük bir sevinçle karşıladı, onları içeriye aldı. Onları tanımamıştı. Altlarına hurma yaprağından örülmüş bir hasır serdi, varı-yoğu bir tek keçisiydi. Onu sağdı ve misafirlerine süt ikram etti, özür dileyerek:

“–Kusurumuza bakmayın, bu keçiden başka hiçbir şeyimiz yoktur. Sütünden size ikram ettim. Lâkin oğlum, şehre gitti, neredeyse gelir. Siz, şimdi biraz oturup dinlenin, inşallah eli boş dönmez, bir şeyler getirir de, Allah ne vermişse birlikte yeriz.” dedi.

Harun Reşid, kadının bu misafirperverliği kadar açık yürekliliğine de hayran kaldı:

“–Allah râzı olsun, biz şimdi şehre gitmek zorundayız, akşam olup şehrin kapıları kapanmadan girmeliyiz.” dedi.

Fakat kadıncağız:

“–Olmaz, asla olmaz!..” diye diretti. “Ben, sizi doyurmadan katiyen bırakmam.” dedi ve koşup çadırın dışına çıktı, itiraza mahal bırakmadan dünyada yegâne malı olan o keçiyi kesiverdi. Sonra da pişirdi ve misafirlerinin önüne koydu. Bir yandan sofra hazırlarken, bir yandan da:

“Allâh’a ve âhiret gününe îman eden misafirine ikram etsin.” meâlindeki hadîs-i şerîfi tekrarlıyordu.

Harun Reşid -o zamana kadar- kendini cömert bilir, cömertliğiyle gururlanırdı. Fakat bu yaşlı kadının emsalsiz cömertliği karşısında hayranlık içerisindeydi. Öyle ya, onun cömertliği bu kadının cömertliği yanında bir hiçti. Kendisi; şanlı, şöhretli bir padişah idi. Yüz bin altın dağıtsa, geride daha milyonlarca altını vardı. Oysa, şu fakir kadıncağızın varı-yoğu bir keçisi olduğu hâlde, o yegâne geçim vasıtasını, çadırına ilk kez gelmiş, tanımadığı misafirler uğruna feda etmekte tereddüt bile göstermemişti. Halîfe, veda ve teşekkür ederek ayrılırken yaşlı kadına bir kâğıt uzattı ve:

“–İzzet-ikramından çok memnun oldum. Sen veya oğlun şehre geldiğiniz zaman sizler de bana misafir olun, mutlaka beklerim…” dedi.

Yaşlı kadın, onları uğurladıktan sonra işlerine daldı ve misafirlerinin bıraktığı kâğıdı unuttu. Aradan bir süre geçtikten sonra bir gün çadırı temizlerken o kâğıt nasılsa eline geçti ve oğluna:

“–Evlâdım, sana sözünü ettiğim o iki misafir vardı ya, işte bu kâğıdı bırakmışlardı. Şehre gittiğin zaman, sen de onlara bir uğra, davete icabet etmek lâzım.” diyerek Harun Reşid’in bıraktığı kâğıdı verdi.

Delikanlı kâğıdı aldı ve Bağdat’a vardığında muhafızlardan birisine bunu gösterdi. Kale muhafızları halîfenin mührünü taşıyan kâğıdı hemen tanıdılar, derhâl o genci aldılar ve saraya götürdüler. Genç adam, çadırlarına gelen misafirin halîfe olduğunu o zaman anladı.

Delikanlıyı huzura aldıklarında, Harun Reşid namaz kılıyordu. Genç adam, sessizce bir kenara ilişti ve halîfenin namazını tamamlamasını bekledi. Namazını bitiren Harun Reşid, Allah Teâlâ’ya dua etmeye başladı. Genç adam, bu tablo karşısında tefekküre daldı:

“Anlaşılan halîfe, annemin kendilerine yaptığı ikrama mukabele etmek için davet etmiş. Ama görüyorum ki, kendisi koskoca bir hükümdar olmasına rağmen, o da Allâh’a muhtaçtır ve şu anda ellerini açmış, ona yalvarmaktadır.

Namazdan kalkınca bana bir şeye ihtiyacım olup olmadığını soracak, ben de fakr u zarûretimizi arz edip bir şeyler isteyeceğim. Hâlbuki kendisi de Cenâb-ı Hakk’a muhtaç olan birinden istemektense, doğrudan doğruya herkesin muhtaç olduğu Âlemlerin Rabbi’nden istemem, hakkımda yüz bin defa daha hayırlıdır.” dedi; halîfeye ve muhafızlarına görünmeden saraydan uzaklaşarak şehri terk etti ve çadırına döndü.

Annesine, kendilerine misafir gelenlerin kimler olduğunu ve başından geçenleri anlattı. Oğlunu büyük bir dikkat ve alâka ile dinleyen kadıncağız, ciğerparesini bağrına basarak yerinde ve isabetli bir karar vermiş olduğunu, bu hareketini çok beğendiğini söyledi ve tebrik etti.

Genç adamın, kalben Allah Azîmüşşân’a olan bu tevekkül ve rızası, Rabbi hakkındaki hüsn-i zannı, Hak’tan gayrı kimseye el açmama azmi, rahmet-i ilâhiyenin coşmasına sebep oldu. O gece rüyasında:

“Ey kulum, mademki, benden istemeyi, kulumdan istemeye tercih ettin, işte sana ihsan ediyorum. Falanca yeri kaz, orada bir define bulacaksın. O define, bize ait bir definedir. Benden isteyen kulumu, asla mahrum ve mahzun etmem. Sana öyle bir zenginlik ihsan ediyorum ki, servet-i sâman bakımından halîfe Harun Reşid’den daha zengin olacaksın.” denildi.

Delikanlı uyanınca annesine rüyasını anlattı, tarif olunan yeri kazdılar ve gerçekten harcamakla tükenmeyecek kadar zengin bir define buldular. Yumruk büyüklüğünde zümrütler, pırlantalar, yakutlar ve daha sayılamayacak kadar çok kıymetli eşya, altın ve gümüşle dolu olan bu define, onların sıdk u ihlâslarının mükâfatı oldu.

Onlar, refah ve saadet içinde yaşarlarken, Harun Reşid’in de aklından o yaşlı hatunun cömertliği çıkmıyordu. Acaba keçilerini kesip kendisine ikram ettikten sonra büsbütün yoksul mu düşmüşlerdi? Kadın veya oğlu, davetine rağmen neden gelip kendisini aramamışlardı? Yoksa o iki zavallı açlıktan helâk olup gitmiş miydi?

Nihayet, kendisi gidip onları arayıp, sormayı tasarladı ve yine yanına nedimini alarak çadırların bulunduğu yere gitti. Fakat o çadırı bulamıyordu. Sordu, soruşturdu. Komşuları kendisine:

“–Onlar şimdi çok zengin oldular. Kabilenin bütün serveti bir araya gelse, onların servetine erişemez. Hattâ, halîfeden daha zengin olduklarını söyleyenler var. Sürülerle koyun ve keçileri, develeri, cins ve nâdide atları, bağ ve bahçeleri, uçsuz bucaksız tarlaları, çok sayıda hizmetkârları var.” dediler.

Harun Reşid, kadınla oğlunu buldu ve onlara tekrar misafir oldu. Olup bitenleri kendilerinden sorarak meselenin aslını kendilerinden dinledi ve şehre dönüşünde tellâllar çıkararak halka şöyle ilân etti:

“Harun’dan isteyene, Harun ancak kendisine bahşedilen cömertlik kadar verebilir. Harun’un Rabbinden isteyene ise, Allah Teâlâ fazl u ihsânından dilediği kadar verir. O’nun cûd u kereminin sonu yoktur.”

Âtıfet bekleme kimseden sakın
Misâlin Hâtemü’l-Enbiyâ olsun
Riya ve süm’adan şiddetle kaçın
Maksûdun Cenâb-ı Kibriyâ olsun
[Gülzâr-ı İrfan]