Kefeninin Markası Ne?

Ali Rıza BUL

Meşhur fıkradır: Nasrettin Hoca bir ziyafete katılmış, kendisiyle pek ilgilenen olmamış. Bir zaman sonra, aynı adamın bir daveti daha olmuş. Hoca bu sefer kürkünü giyip gitmiş. Daha kapıdan girer girmez ayakta karşılanıp başköşeye buyur edilince, hoca kürkünün yenlerini çorbaya batırmaya başlamış. Bir yandan da: «Ye kürküm, ye!» diyormuş.

Kılık-kıyafetin ya da günümüzdeki daha geniş, daha şümullü ifadesiyle imajın insanların gözünde başka tesirler uyandırdığı, imaj sahibi kişiye olduğundan farklı görünme imkânı tanıdığı, psikoloji mütehassıslarının da tespit ettiği bir gerçektir.

Nitekim sultanlar, vezirler mutantan kaftanlar, muazzam kavuklar giyer, muhataplarına temsil ettikleri devletin ihtişamını arz ederler.

Fakat ferdî hayatta: «Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!» düsturunu baş tâcı eden medeniyetimiz için kisvelerin büyüsünden yararlanmak, kıyafet ile övünmek, bir şeyin özüne değil de zarfına talip olmak ahlâkî değildir.

«Nice gömlekler gördüm içinde adam yoktu, nice adamlar gördüm sırtında gömlek yoktu!» diyen Mevlânâ Hazretleri bu gerçeği dile getirmektedir. Halk irfanı, bu hakikati Nasrettin Hoca’ya da şöyle söylettirmiştir:

Timur ile Nasrettin Hoca hamamda imişler. Timur, üzerinde peştamalı, vücudunu göstererek hocaya:

«–Şöyle alıcı gözle bir bak, bana bir kıymet biç, ben kaç para ederim?» demiş. Eh kendi kaşınanı, hoca kaşımaz mı?:

«–On akçe edersin!» cevabını vermiş. Timur:

«–Amma yaptın hoca, sadece şu peştamal o kadar eder!» deyince, Hoca mânâlı mânâlı bakıp:

«–Ben zaten sadece ona paha biçmiştim.» demiş.

Bugün markalı, ithal, emsalinin dört-beş katı pahalı kıyafetleriyle gezinip, imajlarıyla mesaj vermeye çalışanların kulağında, Hazret-i Mevlânâ’nın ve Nasrettin Hoca’nın bu sözleri çınlamalıdır.

Nasrettin Hoca’nın bakışına sahip olmak gerek. Özü peş para etmezlere, kisvesinden, mansıbından ötürü paha biçmemeyi; cevheri altın olanlara da üzerinde çul dahî olsa gerçek kıymetlerini vermeyi bilmeliyiz. Bütün iş yaldızla yıldızı ayırt etmekte.

Geçmişte zenginliğini, soyluluğunu arz ederek, kibrini, böbürlenmesini göstermek isteyenler elbiselerini yerlerde sürürlermiş. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elbisesiyle, kumaşıyla kibir gösterenleri pek çok hadisleriyle tenkit etmiştir.

Allah, verdiği nimeti kulunun üzerinde görmek ister. Tahdîs-i nimet kabîlinden, varlığı olan kişilerin de hâlleriyle münasip şekilde giyinmelerinde tenkit edilecek bir şey yoktur. Fakat mesele, kıyafeti bir kibir, bir aldatma aracı yapmamaktır.

Bugünün markaları varsa geçmişin de bir takım kisveleri vardı. Cemiyet hayatında başlıktan, ayakkabıya her şeyin, kişinin içtimaî sınıfını gösterdiği bir devirdi. Öyle olunca polis kıyafetiyle soygun yapanlar misali, halkın itibar ettiği âlim, mürşid, derviş gibi zatların kisvelerine bürünerek, ağızlarında da taklit ifadelerle post kapmaya çalışanlar eksik olmazdı. Büyük mutasavvıf Yunus Emre onlarla istihza ile şöyle der:

Dervişlik olsaydı tâc ile hırka,
Biz dahî alırdık otuza kırka!

Mevlânâ kisve ile insanları aldatmaya çalışan sahte mürşidleri bakın nasıl anlatır:

“Bir çakal boya küpüne düştü. Birazcık o küpte kaldı. Sonra postu boyanmış olarak çıktı. «Ben» dedi, «Göklerin tavus kuşu oldum.» (…)

Çakallardan biri onun önüne geldi ve: «Ey filân!» dedi. «Ya hile yapıyorsun, yahut da ermişlerden biri oldun! Minbere çıkıp, hoş lâflar ederek, halkı kendine bağlamak için hile yollarına sapıyorsun. Çok çalıştın, bir hâl elde edemedin, sonunda hile ile utanmazlığı ele aldın.» (…)

O çakal dedi ki: «Ey çakallar, aklınızı başınıza alın da, bana artık ‘çakal’ demeyin. Bir çakalda bu kadar güzellik bulunur mu?»

Çakalların hepsi oraya toplandılar. «O hâlde sana ne diyelim?» diye sordular. O da: «‘Tavus kuşu’ deyin.» cevabını verdi.

Çakallar: «Peki ama» dediler. «Can tavusları, yani üstün varlıklar gül bahçelerinde salınır, cilveler ederek nazlı nazlı gezerler. Sen de onlar gibi cilveler eder misin?»

«Hayır.» dedi. «Tavus kuşları gibi ötüyor musun?» diye sordular. «Hayır ötemem.» dedi. «Öyle ise» dediler. «Ey yüce er, sen tavus kuşu da değilsin. Tavus kuşunun giyeceği elbise, yani renk renk olan tüyleri kökten gelir; sen renkle, iddia ile ona nasıl benzersin?»”

Evet, içimizle dışımız bir olmalı… Kisvemiz bir böbürlenme, nispet yapma aracı olamayacağı gibi, kendimizi olduğumuzdan farklı gösterme, karşı tarafın gözünü boyama yolu da edinilmemeli. Hele iki insan bir araya geldiğinde değerli zamanları; «Şunu nereden aldın? Bu marka çok tuttu. Bu pek yakışmış.» gibi lâflarla ziyan olmamalı.

Çünkü Yûnus Emre’nin deyişiyle er-geç bir gün giyeceğimiz bir yakasız gömlektir. Bizimle en çok bütünleşen, üzerimizde en çok duracak ve fânî tenimizle birlikte toprağa karışacak olan son kostümümüzün, kefenin markası yoktur. Onun markasıyla, ithaliyle kimseye hava atma imkânımız da yoktur.

Arafat meydanında bir küçük benzerini yaşadığımız Arasat meydanına ise çıplak varacağız. O çıplaklık dert de olmayacak, çünkü o gün, kimsenin, bir başkasının imajıyla, dış görüntüsüyle ilgilenmeye fırsatı olmayacak.

O günün, o çıplak gerçeğin idrakinde olanlar, gömlek etiketiyle kendilerine kıymet biçmek yerine, o etiketin altındaki kalbe eğilirler. Çünkü Bağdatlı Rûhî’nin söyleyişiyle;

Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler,
«Yevme lâ yenfa’u»da kalb-i selîm isterler.

“Ey efendi, «Mal ve evlâdın fayda vermediği gün»de, senden altın-gümüş isterler zannetme, senden asıl kalb-i selîm isterler.” (Bkz. Şuarâ, 88-89)