Gönlünüzün Sultanı Kim?

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

Önce gazetede bir haber gördüm. İstanbul’da yapılacak bayanlar dünya tenis şampiyonası için ülkemize gelen bayan tenisçiler, Topkapı Sarayı’nı ziyaret etmişler, kendilerine burada Osmanlı sultanlarının kaftanları giydirilmiş. Hem tuhafıma, hem ağrıma gitti. Kıtalara hükmeden ecdadımızın kaftanlarını bu yabancı kadınlara giydirmenin mantığını da mânâsını da çözemedim.

Sonra bir ana caddede bütün direklere asılmış bez afişlerdeki şu ibareye gözüm ilişti: «İstanbul’un sultanı kim?» Yanında yine bir tenisçi resmi ve tenis organizasyonun amblemi!

Ben taklit bir kaftanı yakıştıramazken, koskoca İstanbul sultanlığı unvanı da altı üstü tenisçi parçası birilerine lûtfediliyordu. Öyle ya kaftanı giyen sultan da olurdu!

Anlaşılan; her şeyi, pazarlanacak, tüketilecek bir metâ olarak gören küresel ticaret mikrobu bu derekeye inmiş, şehrimiz pazarlanırken, tarihe müracaat edilmiş, kaftan, harem tedâîleriyle batılı zihninin ilgisini çekebilmek için, sultan kavramını kullanmaya tevessül edilmişti. Zaten son yıllarda «dansın sultanları», «filenin sultanları» gibi terkiplerle, «sultan», hattâ «saltın(!)», eğlence kesiminin bir kelimesi olarak kulağımıza iyice alıştırılmıştı.

Sultân idi İstanbul’a sultân olan ancak,
Baştan başa garb âlemi pejmürde gedâmız!

diyen ve o günlerin dâüssılasıyla memnun ve mesrur olan gönlüm, devranın değiştiğinden haberdardı fakat Osmanlı torunlarının, İstanbul sultanlığını garp âleminin eğlence kesiminden üç-beş soytarıya verip, onlara gedâ olmaya bu kadar hazır olduğuna inanamadı.

Bu yazıda «sultan» kavramının köklerine inelim. Bir kelimeyi olsun, çekip almaya çalışalım pazarlamacı, tüketici, harcayıcı, milliyetsiz tayfanın elinden.

«Sultan» kavramı bizim edebiyatımızın, kültürümüzün çok derinlerinde yer tutar. Her şeyden önce bir Kur’ân kelimesidir, sultan. Sulta, güç, hüccet, nüfûz mânâlarındadır. Âyet-i kerîmede şeytana hitaben Rabbimiz şöyle buyurur:

“Şüphesiz Benim o seçkin kullarım üzerinde senin hiçbir sultanın (saltanatın, nüfûzun) yoktur, ancak senin peşine takılmış şaşkın azgınlar başka!” (Hicr, 42)

Otorite, hükümranlık mânâsından dolayı, iktidarı ellerinde tutan padişahlara Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim isim terkiplerinde görüldüğü gibi sultan denmiştir. Sultanlık, saltanattır. Musallat olmak, musallat etmek, selâtîn gibi akraba kelimeleri hep, hükümran olmak, hâkimiyet kurmak temelinde birleşirler.

Kelime saraya mensup hanım ve şehzadelere de sıfat olmuştur. Mihrimah Sultan, Cem Sultan gibi.

Edebiyatımızda şah, padişah, sultan, melik kelimeleri ve bunların kul, köle, abd, gedâ, bende kelimeleriyle oluşturduğu tezat sıkça başvurulan bir mazmundur.

Dünyevî hükümranlık, madde plânındaki sultanlık, gönül sultanlığı karşısında nedir ki? Hele sahte bir sultan olmaktansa, hakikî sultanlara gedâ olmak yeğ değil midir:

Kapında sâil olmak gayra mihmân olmadan yeğdür
Gedâ-yı kûyun olmak Mısr’a sultân olmadan yeğdür

(Bâkî)

İstanbul’un sultanlığını misafirlerine bol keseden ikram edenler; şüphesiz bunun, gelip geçici bir sultanlık oluşunu da hesaba katmışlardır. Dünyevî sultanlık hep bir süre ile sona erer. Cülûstan, hal’e bilemediniz mevte kadar. Ama tasavvufî terbiye ile ânın sultanı olan, zamanın sultanı oluverir;

Vaktine mâlik olan dervîşdir sultân-ı vakt
İzz ü câh-ı saltanat değmez cihân gavgâsına
(Bâkî)

Sadece maddî otorite sahiplerine sultan denilmez elbette. İstanbul’un mânevî hâmîsi Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye halk Eyüp Sultan demiştir. Bursa’nın Emir Sultan’ı gibi…

Buradan hareketle, beşer içinde asıl gönüller sultanı, on sekiz bin âlemin serveri, Hazret-i Muhammed Mustafâ’dır. Sultân-ı mülk-i mu‘cizât, sultan-ı ümem, sultân-ı dîn, âlemin sultânı, sultân-ı rusül, sultân-ı müeyyed, sultân-ı enbiyâ, sultân-ı risâlet, sultân-ı muazzam, sultân-ı evreng-i risâlet, sultân-ı levlâk, sultân-ı selâtîn gibi terkipler hâlinde, Efendimiz’e yazılan na’tlerde çokça yer alan bir kavramdır, sultan:

Doğdu ol sâatte ol sultân-ı din
Nûra gark oldu semâvât ü zemin
(Süleyman Çelebi)

Sultân-ı rusül, şâh-ı mümeccedsin Efendim, (…)
Hak’dan bize Sultân-ı müeyyedsin Efendim!…
(Şeyh Gālib)

Hâtemiyyetle edip kadrini îlân ebeden,
Onu gönderdi Hüdâ âleme sultân olarak.
(Kemâl Edib KÜRKÇÜOĞLU)

Sen ki TÂHİR, Sen ki HÂŞİR, Sen ki ÂKIB, Sen ŞERİF,
Sen NEBÎ-SULTÂN’a Türkistân olup geldim Sana!

(Seyrî)

Efendimiz öyle bir sultandır ki, kendisine «sultan peygamber» olmakla, «kul peygamber» olmak arasında tercihte bulunmak teklif edilmiş, O kulluğu tercih etmiştir.

Çünkü Efendimiz de bilir ki, gerçek sultan, hakikî hâkim yalnızca Hak’tır. Arş-ı Âlâ’ya istivâ eden, bütün varlığı kabza-ı kudretinde tutan, «Ol!» deyince olduran, el-Melikü’l-Hak, Gerçek Sultan O’dur.

Cihan ölçüsündeki sultanlar, O Sultanın ancak gölgesi olabilirler. Nitekim Hadîs-i şerifte: “Sultan, yeryüzünde Allâh’ın gölgesidir.” buyurulmuş; âdil sultan, Allâh’ın emirlerini tatbik salâhiyetine mâlik kişidir, mânâsı kastedilmiştir. Yoksa dünyevî sultanların hakikî bir itibarı olmadığı gibi onların kapısına, tabasbus ve menfaat temini için gitmek medeniyetimizde hiç hoş karşılanmaz:

Dergeh-i Gaffâr’a tuttum rû-siyâhım Hüzniyâ,
Ol verendir maksadım, sultâna minnet etmeyiz!

(Hüznî)

Âlemin sultânıdır muhtâc-ı sultân olmayan

(Ziyâ Paşa)

İnsan varlığı bir takım lâtif kuvveler âlemi olduğundan; gönlümüzün kendisi de beden mülkünün sultanıdır. Fakat bu saltanatı elde tutmak için, Mevlânâ Hazretleri’nin ikazlarına kulak vermek gerekir:

“Ey gönül, sen ululukta, sultanlıkta Süleyman olmuşsun. Parmağındaki yüzüğünle perilere, şeytanlara hükmet. Mademki beden diyarının padi¬şahı oldun, içte bulunan kötü duyguları, nefsanî ve şeytanî istekleri kov, gitsin. Bu padişahlıkta, bu beden diyarında hileye sapmazsan, şu üç azılı şey¬tan; hırs, şehvet ve öfke şeytanları senin insanlık ve aşk yüzüğünü çalamaz.

Ondan sonra da adın-sanın dünyayı tutar, bedenin gibi iki dünyaya hâkim olursun. Eğer şeytan elinden aşk yüzüğünü, insanlık yüzüğünü alır giderse, padişahlığın yok olur; bahtın, saadetin ölür.”

Babasının adı «Sultânu’l-ulemâ» oğlunun adı «Sultan Veled» olan Mevlânâ’nın bu tavsiyelerine uyulursa sultanlık yolunda, şu tarif de gerçek olur:

Bidâyette tasavvuf sûfi bî-cân olmağa derler
Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler

(Ş. İbrahim Efendi)

Gönlü vücut iklimine sultan kılmaktan asıl maksat; onu, nefse ve hevâya hâkim kılarak, Yunus Emre’nin tabiriyle Çalab’ın tahtını işgalcilerden tasfiye etmektir. Gönlümüze dikkat ve rikkatle eğilmezsek, ona Hüdâ nazar kılmaz, zira;

Âyîne-i idrâkini pâk eyle sivâdan;
Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicâb et! (Nâbî)

Bu ihtimam gösterilmez ise, oraya nâ-ehil nice sultan müsveddesi gelir, oturur. Tıpkı şehrimize, kültürümüze, kavramlarımıza sahip çıkmayınca, gelip ecdadımızın gedâlarına, kaftanlarının giydirildiği, sultanlık payelerinin raket savurmaktan başka meziyeti olmayan ecnebîlere dağıtıldığı gibi. Bu pek tabiîdir çünkü gönlün tahtı, muhabbet kime çevrilmişse ona açılır:

Neyi severisem imânım oldur
Nice sevmeyesin, sultanım oldur. (Yûnus Emre)

«Sultan’a sultanlık, gedâya da gedâlık yaraşır.» Öyleyse hesaba çekmeliyiz kendimizi. Sultan mıyız, gedâ mıyız? Gedâ isek sultanımız kim?

Evimizin sultanı kim?

Şehrimizin sultanı kim?

Sözümüzün sultanı kim?

Gönlümüzün sultanı kim?

Üzerimizde bir saltanatı olmayan iblisi, hevâmızı, nefsimizi mi kendimize sultan bellemişiz, yoksa Hazret-i Mevlânâ gibi şöyle haykırabiliyor muyuz?

Kur’ân-ı Kerim bendesiyim ben yaşadıkça,
Yalnızca Muhammed yolunun toprağıyım ben!

(Nazmen Trc.: Seyrî