Nefsin Uçurumları

İRFAN ÖZTÜRK

Hak Teâlâ, melekleri nurdan yaratmış, onlara nefis, şehvet vermemiştir. Onlar Allâh’a isyan nedir bilmez, daima kendilerine verilen emirleri yerine getirip Hakk’ı tesbih ederler.
Aslen bir cin olan İblis de melekler gibi ibadet ve taat ile meşgul iken, Allâh’ın onu babamız Âdem’le imtihan etmesi üzerine gerçek yüzünü göstermiş ve isyanını kıyâmete kadar sürdürmek üzere, Âdemoğullarının ayartıcısı olmayı seçmiştir.
Hayvanlar ise sırf şehvet ile mücehhez olup akıldan mahrumdurlar. Akıldan ve ilâhî nefhadan mahrum olduklarından onlar hiçbir şeyle mükellef de tutulmamışlardır.
İnsanoğlu bütün bu mahlûkların ortasında, kâh hepsinin üstüne çıkabilecek istidatta, kâh hepsinden aşağı derekelere yuvarlanma bedbahtlığındadır.
İnsan, peşinde iblis, içinde nefis, kalıbıyla hayvan, özüyle ruh, mâzisinde elest ahdi, istikbalinde ebedî azap vaîdi ve ebedî mükâfat vaadi bulunan, çok yönlü, çok ihtimalli bir muammadır.
İnsan rûhu ibadet, zühd, mâneviyat ile meşguliyet ile yüksek derecelere varır, ama diğer yanda içinde nefis, her şeyi alt-üst etme ihtimali içinde bekler.
Kur’ân-ı Kerîm’in son âyet-i kerîmesinde insan ve cin şeytanlarından Allâh’a sığınmamız bize öğretilir. Çünkü insan, şeytanlıkta da şeytanla yarışabilir, hattâ onu geride bırakabilir.
Vaktiyle şeytan, bir zahidin peşine düşmüş, ama ne yapmış ne etmiş ne kadar uğraşmışsa da o zâtı baştan çıkaramamış, Allah Teâlâ’ya isyan ettirememişti. Evet, şeytan düpedüz âciz kalmıştı. Bir gün, yine o zahidi nasıl yoldan çıkarabileceğini düşünür ve tasarlarken, karşısına ihtiyar bir kadın çıktı. Şeytan, kadını görünce sevindi ve ona derdini anlattı. Acûze, kıs kıs gülerek:
“–Ayol, düşündüğün şeye bak! Senin bu istediğini yapar ve o adamı baştan çıkarırsam, bana bir çift ayakkabı alır mısın?” diye sordu. Bu teklif şeytanın canına minnetti:
“–İstediğinden âlâsını alırım.” diye kabul etti, anlaştılar.
Kocakarı, fırsat kollamaya başladı. Bir süre takip ettikten sonra, zahidin camiden dönerken evinin önünden geçtiğini tespit etti ve derhâl plânını tasarladı. Bir gece o zâtın akşam namazından çıkıp evine döneceği vakitte tavuklarını sokağa salıverdi. Adam geçerken o sahte bir telâşla tavukları kovalıyor ve güya yakalayamıyormuş gibi yaparak çırpınıyordu. Onu görünce yalvarmaya başladı:
“–Ah benim canım evlâdım, şu kör olası tavuklar kaçışıyorlar, bir türlü yakalayıp eve sokamıyorum. Ne olursun, Allah rızâsı için bana yardım et, şunları kümeslerine koyalım.”
Zahid, bir Müslüman kardeşine yardımı memnuniyetle kabul etti ve tavukları yakalayarak bahçedeki kümese koydu. Kocakarıda bir dua, bir senâ ki, deme gitsin. Öyle ya, avı artık eline geçmişti. Plânın ikinci ve asıl korkunç bölümünü de uygulamalıydı:
“–Allah senden râzı olsun yavrum.” dedi. “Sen, ağzı Kur’ân’lı ve göğsü îmanlı bir gence benziyorsun. Kızım içeride hasta yatıyor, ne olur şuncağıza da bir nazar ve dua ediversen, sevaba girersin.”
Adamcağızın koltukları kabardı, zühdüne mağrur oldu ve kendisi için hazırlanan korkunç tuzağa düştü ve içeriye girdi. Üst kata çıktılar ve bir odaya girdiler ki, ne görsün! Hasta filân yok, gayet güzel bir genç kadın, çeşitli mezelerle donatılmış bir içki sofrasının başında bekliyor! Derhâl geri dönmek ve odadan çıkmak istedi ama, o zamana kadar kocakarı oda kapısını çoktan kilitlemişti:
“–Ey zahid!” diyordu. “Bırak zühdü de otur şu sofranın başına, birkaç kadeh içki iç ve şu dünya güzeliyle hembezm-i visal ol…”
Adamcağız şaşkına dönmüştü:
“–Senden ve senin tekliflerinden Allah Teâlâ’ya sığınırım.” diyerek irkildi ve geri çekildiyse de, kocakarı son kozunu oynadı:
“–Bir yere kaçamazsın!” dedi. “Şimdi avaz avaz bağırır, bu adam evime ve kızıma taarruz etti, diye bütün mahalle halkını yardıma çağırırım. Düşün bak, rezil olursun. İyisi mi gel benim dediğimi yap!..”
O zavallı şaşkın, halka rezil olmaktansa Hakk’a rezil olmayı kabul etti, aklı nefsine mağlup oldu ve oturup hazırlanan sofrada bir güzel kafayı çekti. Sarhoş olunca, bu defa da şehveti galebe etti ve kendisine teslim olmaya çoktan hazır o aşüfte ile zina suçunu da irtikâp etti.
Bir ömür boyu içkinin ve zinanın haram olduğuna tam bir itikat ile îman eden o bîçare, böyle bir tuzağa düşünce birkaç kadeh şarabın verdiği sarhoşlukla, sanki aklını yitirmiş, Rabbini ve Rabbinin emirlerini unutuvermişti. Üstelik bu kadarla da kalmadı. Sarhoşluğun ve şehvetin verdiği aşırı heyecan içinde kıvranırken, bir kundak çocuğunun viyaklamasını duydu. Yanındaki kadın, çocuğuna bakmak üzere ayrılmak isteyince büsbütün gözleri döndü, öylesine öfkelendi, öylesine hırslandı ki, azgın bir hayvan gibi şuursuzca zevkine engel olan o masum çocuğu kaptığı gibi yere çalıp öldürdü.
Artık olan olmuş ve ok yaydan çıkmıştı. Bir melek gibi sadece ibadet ve taat ile meşgul olan zavallı zahit, şimdi hayvanların bile çoğunun yapmadığı şenaatleri ardı ardına işlemişti. Elbette zahidin içinde kıvrılmış bir yılan gibi bekleyen nefsini de unutmamak lâzımdır.
Ona bu tuzağı kurup, şeytanın beceremediğini yapan da bir insan, bir insî şeytandı. Üstelik şeytan, insana karşı duyduğu büyük kin ve kibirden dolayı dalâlet askeri olmuşken, bu insan sadece bir çift ayakkabı karşılığında şeytanlaşabilmişti.
O bedbaht, ayılıp kendisine geldiği zaman, ellerine kelepçe takılmış olduğu hâlde bir karakolun nezarethanesinde idi. Güya rezil olmamak için girdiği yolda sonunda korktuğuna uğramış, yalnız dünyada rezil olmakla kalmamış, âhirette de zelil ve sefil olmaya bizzat kendisini mahkûm etmişti.
Şeytanın ağzı kulaklarına varıyordu, muradına ermişti. Fakat kendi hesabına o zahidi baştan ve yoldan çıkaran kocakarıdan gözü öylesine yılmıştı ki, ona vaat ettiği ayakkabıları getirdiği zaman yanına yaklaşmaya cesaret edemedi ve mükâfat olarak vereceği ayakkabıları bir sırığın ucuna takarak uzaktan takdim etti.
Evet, şeytan bile şeytanlaşan insandan Hakk’a sığınır;
Nefsin, bineğindir; etme itimat,
Fitnesi içinde durur, demişler.
Yularını sıkı tutmazsan eğer,
Fırsat kollar yere vurur, demişler.
(Gülzâr-ı İrfan)