BİR BAHÇE HİKAYESİ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

İşinin ehli, mahir bir bahçıvan vardı. Saray gibi evinin etrafındaki bahçenin; her tarafı maharetini, zevkini, cemâlini gösteren çiçeklerle bezenmişti. Bu çiçeklerin çoğu saksılarda, özel bölmelerde yetiştirilmişti.

Fakat bahçesinin en merkezî yerine henüz bir şey ekmemiş, dikmemişti. En sona bırakmıştı orayı.

Bir gün «vakit geldi» diyerek îtina ile bu bölgeye toprak döktü, hayalindeki çiçeklerin, bitkilerin yetişmesi için her şeyi hazırladı. Suyunu verdi. Bahçıvanın bu has bahçeye özel ilgisi, saksı çiçeklerinin hem dikkatini çekmiş, hem de onları biraz kıskançlığa itmişti:

“–O toprak” dediler, “bir sürü karma karışık tohum içeriyor. Gör-bak yarın otlarla doluverecek. Çalılar, dikenler saracak ortalığı…”

“–Ben bilirim işimi…” dedi bahçıvan. “Öyle güzel olacak ki bu bahçe; maharetimi, sanatımı siz de orada temâşa edeceksiniz!”

Bahçıvan, bu toprak yığınına bir fide dikti. Bundan sonra çekiliverdi, özel bir alâka göstermiyor gibiydi. Fide yavaş yavaş boy veriyor, saksılardaki nâdide çiçekler de pür-merak izliyorlardı.

Bahçede sadece küçük fide değil çeşitli bitkiler, otlar, dikenler, çalılar da görünmeye başladı. Bahçıvan nedense müdahale etmiyordu ayrık otlarına. Sanki bahçeyi imtihan eder gibiydi, yarıştırır gibiydi. Güzide çiçeğinin kendisini ispatlamasını, her şeye rağmen büyümesini ister gibiydi. Yine de zaman zaman merhameti elvermiyor, küçük fideye çok sokulan bir çalıyı söküp atıyordu. Bunlar dışında toprağa tek müdahalesi onu belirli aralıklarla sulamasıydı.

Saksı çiçekleri, nasıl muhteşem bir çiçek açacak diye bekliyorlardı. Sanki bahçıvan bu fidenin her şeyini izleyip rapor etme işini bu çiçeklere vermişti!

Ve sonunda küçük fide, biraz boy attı, dalları meydana geldi. Fideden gele gele birkaç diken, birkaç yaprak gelmişti!  Saksılardaki şebboylar, allı-morlu menekşeler şaşkındı:

“–Bunca ilgiye, iltifâta, diken ha! Ne nankörlük! Etrafındaki otlardan, çalılardan farkı yokmuş meğer bu fidenin!” dediler.

Fakat bahçıvan hiç inkisâra uğramış gibi görünmüyordu. Yine ara-sıra ayrıkları temizliyor, suluyordu bahçeyi ve fideyi.

Bu arada bahçıvanın plânladığı gibi baharın sıcak günleri de gelmişti. Bu bereket, bahçenin her yerine geliyordu tabiî. Bahçe, çalılar ve yabanî otlarla dolmuş kalmıştı. Bizim küçük fide ise artık dallı-budaklı küçük bir ağaca dönmüştü. Şu âna kadar yaprak ve dikenden başka bir meziyeti görülmeyen ağacın dal uçlarında küçük tomurcuklar belirdi. Saksıdaki hercaînin gözleri fal taşı gibi açıldı. Lâle sallanarak orkidenin kulağına haberi fısıldadı. Zambakların ağzı açık kaldı.

Bahçıvanın yüzüne de başka bir gülümseme gelmişti. Çiçekler geliyordu. Saksıdaki çiçekler artık kıskanmaz olmuşlardı, kendilerini de yetiştiren bahçıvanın bu son ve en güzel eserine hakkını teslim edeceklerdi. Ama ağacın çiçeklerini vermesi kolay olmayacaktı. İlk tomurcuklar erkenden hayata veda ettiler. Bahçıvan onları dallarıyla birlikte buduyordu. Menekşelerin yürekleri ağzına geliyordu öyle anlarda. Lâleler kan ağlıyordu. Ama bahçıvan ağacın gövdesini güçlendirdiğini söylemiyordu onlara.

Bahçıvan ağaca son bir müdahalede bulundu; çoğalan tomurcuklar ve ağırlaşan goncaları taşımakta zorlanan gövdenin yanına bir çubuk yerleştirdi. Ağaç o çubuğa sarıldıkça destek alacak, bütün kuvvetini çiçeklerine verebilecekti.

Artık zamanı gelmişti. Bahçıvanın «gül» adını verdiği ağacın goncaları «gül!» emri almışlar gibi açılmaya başladılar. Ağacın çeşitli yerlerinde al al bakan nârin güller açtı. Ardından ağacın tacıymış gibi en üst ve en merkezî yerinde, âdeta ağacın, hattâ bütün bahçenin varlık sebebi en büyük ve en güzel gonca açıldı. Bütün bahçe bir güzel râyiha ile doldu. O güzel gülün açılışı, güneşin doğuşu gibi ortalığı aydınlatmış ve bütün bakışları kendine çevirmişti. Edâsı, endâmı hepsinden öte bahçıvanın ona özel muhabbeti, bütün bahçede çeşitli duygular estiriyordu. Onun gönüller yakan allığı, hasetçi ayrıkların gözlerine kan gibi oturuyor; âşık bülbüllerin ise dilinde yanık bir nağmeye dönüşüyordu. Lâleler gülün yanına varamamanın hasret ateşiyle alev alev yanıyor, fakat kararmış kalpleriyle daha evvel yaptıkları gıybetlere de ayrıca yanıyorlardı.

Bahçeye öyle bir çiçek gelmişti ki, bütün çiçekler tarifini ona göre yeniden aldı. Menekşeler o gülün yollarına serildiler. Lâlelerde sunuldu o güle aşkın şarâbı. Hanımeliler, reyhanlar, lavantalar onun güzel ıtırının himayesine girdiler.

Bu asil gülün çevresinde otlar fazla dayanamadılar, kurudular hasetten. Bahçıvan bu kurumuş çalı-çırpıyı bahçenin arkasındaki tandıra götürdü. Otların yerine yemyeşil çimenler ve taptaze kır çiçekleri yetişti. Hayran papatyalar, yanık gelincikler, sararmış hindibâlar… gülün çevresinde halkalandılar.

Bu bahçedeki her şey bahçıvanın zevkinin, güzelliğinin, kudretinin, maharetinin bir aynası olarak, bahçıvanın dilediği kadar var olacaktı… O günden beri zevkten, aşktan, iştiyaktan behresi olan her âşık bülbül, bu bahçenin müdavimi oldu.