“Yangın Olur, Biz Yangına Gideriz!”1

Can ALPGÜVENÇ
alpguvenc@gmail.com

Beyazıt Kulesi’ne asılan yeşil fenerden, yangının Üsküdar’da olduğu anlaşılırdı:

Kule Ağası2 mutlaka bekâr olur, her zaman kulede yatardı. Gece yangınlarında nöbetteki gözcü, ateşi görür görmez, önce ağayı uyandırır; bekârlığını îmâ eden alışılmış bir seslenişle:

«Ağa kalk, bir çocuğun oldu!» derdi.

Uyanan ağa da:

«Kız mı, oğlan mı?» diye sorardı.

Nöbetçi «kız» derse yangın Üsküdar, Boğaziçi veya Beyoğlu’nda; «oğlan» derse İstanbul içinde demekti.

İstanbul güzel şehir, o kadar ki dünya yüzünde eşi, emsâli yok. Îmar edin güzel, bakımsız bırakın yine güzel. Her güzelin bir kusuru olur derler ya, İstanbul’a da yangın ârız olmuş. O kadar ki, İstanbul’un her semti, her 100 senede bir mutlaka bir defa yanmış.

Sultan Mahmud zamanında bir deprem olmuş. Bu, dönemin şairi Keçecizâde İzzet Molla’nın manzum lisanından sayfalara dökülerek bir şekvanın ifadesi olmuş. Şair diyor ki:

“Yâ Rabbi, Sen bize hareket-i arz felâketi verme, bize alıştığımız yangın felâketi kâfî!”

Ama bazen her ikisi de, iki ayrı koldan İstanbul’u tahribe devam etmiş.3

YANAN DEV MEŞALE!

Bir defasında, -1749’daki Küçükpazar yangınında- alevler öylesine genişlemişti ki, Yeniçerilerin Süleymaniye’deki Ağakapısı (komutanlık binası) dahî yanmıştı. Bina yeniden yapılırken, avlusunun bir köşesine, ateşin vaktinde görülüp tedbir alınması için, «Yangın Kulesi» adıyla ahşap bir kule inşa edildi, burası üst kısmı çepeçevre camla kaplı zarif bir köşktü. Fakat İstanbul’un her tarafını görecek bir yerde ve yükseklikte değildi.

Ağakapısı, 1774’teki büyük Cibali yangınında, yangın kulesiyle beraber tekrar yandı. Ahşap kulenin yanışı, öyle dehşet verici bir hâdise oldu ki, İstanbullular bir daha göremeyecekleri korkunç bir manzara ile yüz yüze geldiler, sanki dev bir meşale yanıyordu!

Böylece bu kule, birkaç defa yanıp yeniden yapıldı.

1826’da Yeniçeri Ocağı kanlı bir şekilde ortadan kaldırılırken, Ağakapısı «Şeyhülislâmlık Dairesi»ne çevrildi, bu ocağa bağlı olan «Tulumbacılar Ocağı» da lağvedildi. Bu arada yeniçeriliği hatırlatan bir iz olduğundan avludaki yangın kulesi de yıkıldı. Lâkin yangınlar devam ediyordu, yeni bir kulenin yapılmasında zarûret vardı. Bu arada Yeniçeri Ocağı’nın yerine «Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye» adıyla yeni bir ordu teşkilatı kurulmuş, Beyazıt’taki Eski Saray, ordunun seraskerlik (başkumandanlık) dairesi yapılmıştı. Bâb-ı Seraskerî’nin -Şimdi İstanbul Üniversitesi merkez binası- talimhane avlusuna, alelacele yeni bir ahşap kule inşa edildi (21 Haziran 1826). Fakat bu kule bir gece, daha içine gözcü bile yerleştirilemeden yeniçeri taraftarlarınca kundaklandı.

İSKELEDE ÎDAM OLUNDULAR

“Sultan II. Mahmud, yapılacak yeni kulenin kâgir olarak yapılmasını emir buyurmuş ise de, bu iş uzun zaman alacağından, kulenin yine eskisi gibi ahşap olarak inşa edilmesine karar verilmiş. Kule kısa zamanda tamamlanmış ve iş, yapı içindeki talaş ve ağaç parçalarının temizlenmesine kalmış. Yangın gözetlemeye memur edilen Asâkir-i Mansûre neferleri, -kule bitinceye kadar- Süleymaniye Camii’nin bir minaresinde nöbetle gözcülük yapmaya başlamışlar. Bu sırada, yeniçeri gayretkeşlerinden oldukları hâlde, Asâkir-i Mansûre’ye yazılmış olan müfsitler, isyan etmek üzere ittifak etmişler ve bulundukları taburun diğer neferlerini de iğfal ederek, bir gece büyük zâbitlerinin haberi olmadan yangın kulesinin dibine toplanıp kuleyi ateşe vermişler. Gayeleri, serasker paşa ile başbinbaşıyı yangın sebebiyle oraya getirtip cümlesini öldürerek isyan etmekmiş. Fakat bu hâl öğrenilip tertibat alınmış, böylelikle isyan bertaraf edilmiş, mezkûr tabur da Çanakkale Boğazı’na nakledilmiş. İsyana önayak olanlar tespit edilerek, iskelede îdam olunmuşlar.”4

TOP NAMLUSU
ŞEKLİNDE KULE!

Beyazıt Kulesi adıyla bilinen bugünkü kâgir kule, 1828’de (h. 1244) inşa edildi. Mimar Balyan Usta, kulenin «seraskerlik dairesi» avlusunda yer almasını dikkate alıp, kulenin gövde kısmını, dikine konulmuş, ağızdan dolma eski bir Osmanlı topu namlusu şeklinde çizdi. Bu namlunun alt ucunu kesik piramit biçiminde bir kâideye oturttu, üst kısmını ise çepeçevre pencereli, geniş ahşap saçaklı, üzeri kurşun kaplı, sivri külâh çatılı, kâgir bir köşk şeklinde tasarladı. Kulenin bu ilk şekli 1849’da değiştirilerek, sivri külâhlı ahşap çatı kaldırıldı. Köşkün üstüne dört tarafa bakan, dört yuvarlak pencereli, birer küçük odalı üç kâgir kat daha eklendi. Kulenin üzerine, demir korkuluklu çepeçevre bir taraça yapıldı.

Kesik piramit şeklinde olan kâidenin doğu cephesine, Keçecizâde İzzet Molla’nın yazdığı manzum tarih kitâbesi konuldu. Hattat Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’ye ait olan bu ta’lik kitâbenin üst kısmındaki oval çerçeveye Sultan II. Mahmud’un tuğrası yerleştirildi.

Sonradan ilave edilen kâgir katlarla birlikte kulenin yüksekliği 85 metredir. Giriş kapısından köşk kısmına (gözetleme yerine) döne döne yükselen, 180 basamaklı ahşap bir merdivenle çıkılır ki, buraya kadar olan yükseklik 50 metredir. Kule alttan itibaren nöbet, işaret, sepet ve sancak olarak isimlendirilen katlardan meydana gelir.

ÜSKÜDAR’DA YANGIN VAR!

Yeniçeriler döneminde, yangın kulesi gözcülerine, «köşklü» adı verilirdi. İstanbul halkı, henüz telefonun bilinmediği zamanlar, eski devirlerden gelen bu alışkanlıkla, kule görevlilerine «köşklü» dedi. Yangını, belediye ve mahalle tulumba sandıklarına bu köşklüler bildirirdi. Geceleri kulede kaç nöbetçi yatıyorsa, yataklarına elbiseleriyle girer, yangın haber verilince derhâl fırlayıp ayaklarına gayet hafif olan yemenilerini geçirerek yangını haber vermekle sorumlu oldukları semtlere doğru koşarak giderlerdi.

Köşklüler İstanbul içine dağılırken, oradaki gözcüler kuleye, gündüz ise işaret sepeti, gece ise fener asarlardı. İşaret sepetleri, 1×1.5 metre ebadında, üzerine kırmızı boyalı tutkal sürülmüş büyük sepetlerdi. Kulenin iki yanına asılan birer sepet, yangının Üsküdar’da veya Boğaz’ın Anadolu yakasında; çifter sepet ise İstanbul, Eyüp veya Rumeli banliyösünde olduğunu gösterirdi. Sonraki yıllarda (1935) bu sepetler, 1.5×2.5 metre ebadındaki flâmalarla değiştirildi.

İçlerinde ilk zamanlar çıra, sonraları iri yağ mumu yakılan işaret fenerleri ise, 50×50 santimetre ebadında kırmızı, yeşil ve beyaz renkli büyük fenerlerdi. Kulenin iki yanındaki kırmızı fenerler yangının İstanbul, Eyüp veya Rumeli banliyösünde, yeşil fenerler ise, Üsküdar’da veya Boğaz’ın Anadolu yakasında olduğunu belirtirdi. Yangınlar birden fazla olursa, sonraki yangınlar için işaret bayraklarına başvurulurdu.

Kuleden çekilen işaretler, yangın söndürülünceye kadar yerinde kalır, asılan sepet veya fenerlerin içeri alınması yangının tamamen söndüğünü gösterirdi.

GÜRÜLTÜ ÇIKARAN KUNDURALAR

19’uncu asırda İstanbul’u ziyaret eden, ünlü İngiliz yazarı Miss Pardoe, «İstanbul» isimli meşhur eserinde, Beyazıt Kulesi’nde gördüklerini şöyle anlatır:

“İstanbul’un dikkat çekici binalarından biri de Seraskerlik Meydanı’ndaki yangın kulesidir. Ortada, pencerelerin bulunduğu yer bekçi dairesidir. Buradaki bekçiler, gece ve gündüz, iki saatte bir nöbet değiştirerek, askerî nöbetçiler gibi görev yaparlar. Nöbette bulunan köşklü, güneş batıp ortalığı karanlık kapladıktan sonra, kendini uykunun etkisinden kurtarmak için, ayaklarına çift tabanlı tahta kundura giyerdi. Bu kunduralar, iki tabanı arasında konulan bir yay vasıtasıyla, adımların yere çarpmasıyla şiddetli bir gürültü çıkarır; gözcü bu şekilde, uykuyu yenmeye karşı gösterdiği gayrete büyük bir destek alarak, nöbetini olaysız bitirirdi. Görevi biten köşklü, kendini yerde serili hasırın üstüne attı mı, hemen derin bir uykuya dalardı.”5

1889’da kulenin üstüne demirden bir bayrak direği (gönder) dikilerek, tarihî yapı bugünkü şeklini aldı. Günümüzde kule, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü tarafından yangın gözetleme kulesi olarak kullanılmaktadır. Önceki senelerde halkın ziyaretine açık olan kule, yıllardır ziyarete kapalıdır.

1 Tulumbacıları konu alan, eski bir İstanbul türküsünden.

2 Beyazıt Yangın Kulesi’nde gözcü veya köşklü, kule efradının zâbiti.

3 A. Süheyl ÜNVER, İstanbul’un İlk Yangın Kulesi, Hayat Tarih, cilt 2, sayı 9.

4 A. Cevdet Paşa Tarihi’nden.

5 R. E. Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, cilt 4, s. 2271.