Toprağı Gönül Yapan Nur

Nurettin KORKUT

O nur, bedene vursa; o toprak yığınını gönül hâline getirir, gönle vursa; tertemiz can hâline sokar.

Hakikat peşinde koşan bir derviş Bâyezîd’in kapısını çaldı. Gönüller sultanı şeyh, odasında tefekkür ile meşguldü, dervişi buyur etti. Kim olduğunu, nereden geldiğini, kimi aradığını sordu.

Derviş:

“–Garibim, hakkı ve hakikati arıyorum, sizi duydum, kokunuzu aldım ve uzak yollardan sizi görmeye geldim.” dedi.

Âlemi aydınlatan Bâyezid, ona şu cevabı verdi:

“–A yoksul, bu gün otuz yıl oldu ki ben de Bâyezîd’i arzulamaktayım; onu görmek, onunla görüşmek istemekteyim, çok aradım ama izini-tozunu bile göremedim, ne oldu, nereye gitti, bilemiyorum, ancak bildiğim şu ki gözden kayboldu gitti. Varlığından öyle geçti ki otuz yıldır hasretiyle yanmaktayım.”

Feridüddîn-i Attar bu nükteden hareketle der ki:

“Ebedî olarak yok olanın asla kendisinden haberi olmaz. Asıl olan gerçek varlıkta yok olmaktır. Hakikat yolcuları, bu çeşit yokluğa eren kişiye, «Hakk’ın Nûru» adını vermişlerdir. Böyle bir kişinin ışığı soluk birine vursa muhatabının gönlünü nurlarla doldurur.

O ışık Firavun’un büyücülerine vurdu da; onları, gerçekten uzak oldukları hâlde Hakk’a yakınlaştırdı.

Bir bel belleyene vuruverdi de; onu yüceltti, Harakânî gibi başını göğe erdirdi.

O nûrun bir zerresi Mâruf’a vurdu da; gafletten kurtardı, sır yollarının anahtarını eline verdi.

Bu ışık, Fudayl’e görünüverdi de; o, yol kesicilikten vazgeçti, yol sırlarını bilir hâle geldi.

Ethemoğlu’nun canına vurdu da; gönlünü, iki cihanın sultanı etti.

Bedene vursa; o toprak yığınını gönül hâline getirir, gönle vursa; tertemiz can hâline sokar.

Can, kendisinde o nûru bulursa iki âlemi de varlıktan uzak bulur.

Can, o nurdan tamamıyla yok oldu mu, Hak sesi duyarsın o candan.

Bu hâli yaşayanlar, O’nun haznesinden verilen elbiseyi giyerler, her şeyden münezzeh olandan, her şeyden münezzeh olana gelen bir yazıdır bu. Her şeyden münezzeh oldun mu, ebedîliğe ölümsüzlüğe ulaşırsın, bütün beden gönül kesilir, gönül de tamamıyla can olur.

Sütle şarabı karıştırdılar mı ikisi de ikilik noktasından kurtulur. Burada birlik belirdi de göründü mü, artık araya ikilik giremez dostum. Onu canla başla satın almayı istiyorsan bil ki, sen kayboldun mu o görünür. Öylesine kaybol ki yaşarken bile kendini bulamayasın.”

Ebû Aliyy-i Farmidî, yoklukta varlık sırrı için Hak rengine boyanmak gerektiği ve bunun güzel tecellîleri hakkında şöyle buyurur:

“Şu boyuna değişen renklerin hepsinden de arıtırlar seni; hepsinden de ayrı bir renge boyarlar seni. Üstündeki palaspareye bir renk düştü mü, iki âlem de senin kokunla amberleşir.

Ey tek er, bu rengi buldun mu, artık hiçbir şey, ebedî olarak gerekmez sana, hiçbir şeye ihtiyacın kalmaz. Her şey senin yüzünden bir şey hâline gelir; var olur; iş böyle olunca nereden bir şeye meylin olacak?

Sen, gerçek varlığa erdin mi, sebepsiz bahanesiz, her şey ebedî olarak senin olur.

Allah’ta dâimî olarak yok oldun mu, her şeyi senden isterler artık; ama sen hiçbir şey istemezsin.”

Bunun için uzun bir emek ve gayret gerekmektedir. Feridüddin Attar bunu teşbih yoluyla şöyle anlatır:

“Bir ceylan kırk gün kırk gece otlar durur. Bir-iki kerecik de güzel kokulu bir çiçek arar. Bu kırk günü tertemiz geçirir. Derken seher vakti tan yerine doğru başını uzatır. O güzel soluğu içine çeker; canının ciğerinin kanı o solukla dolar, derken göbeğinde misk meydana gelir. O solukla onda misk belirir.

Dünyada öyle bir soluk kimde var ki, bir zaman olsun da o solukla kan, misk hâline gelmesin. Temiz bir solukla kan misk hâline döner.

Evet, Allah ışığı cana vurdu mu, bedenin can rengine bürünür.

Ey yol eri, sen de bu kimyayı yap; çünkü canda, Allah’tan bir kimya vardır.

Sen sana bu kimyayı öğretecek ehil bir Hak dosta sımsıkı sarıl. Bil ki sen o miskin kokusuna ne kadar hasretsen ancak o kadar yol alabileceksin. Aklını, gönül sultanının eşiğinde bırak, huzura öyle gir…”