“Testilerimizi Dicle’ye Dolu Götürüyoruz”

Yard. Doç. Dr. Yakup ŞAFAK

Su; feyiz, bereket, temizlik, ölümsüzlük sembolüdür ve şifa menbaıdır. Şeffâflığı can gibidir.

Varlığı meydana getiren 4 temel unsurdan, yani ateş, hava, su ve topraktan biri olan ve hayat kaynağımız bulunan su ve suyla ilgili hâdiseler, benzetmeler, hikâyeler Hazret-i Mevlânâ’nın eserlerinde çokça yer alan unsurlardır. Onun şiirlerinde denizler, ummanlar, akarsular en çok zikredilen kelimeler arasındadır.

Bunun önemli bir sebebi, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere her şeyin sudan yaratılmış olmasıdır. “Ve cealnâ mine’l-mâi külle şey‘in hayy…: Her şeye sudan hayat verdik.” (Enbiyâ, 30) Mevlânâ’nın ifadesince: “Yüce Mevlâ önce bir inci yarattı. Ona baktı; inci utancından su oldu. O su, denizi meydana getirdi. Deniz içten içe coştu, kabardı, köpüklendi; köpüğü toprak oldu, yer oldu. Bu yüzden toprak da sudan doğmuştur.” (M. Seb’a, 7. Meclis)

Su; feyiz, bereket, temizlik, ölümsüzlük sembolüdür ve şifa menbaıdır. Şeffâflığı can gibidir. Bulanıklığı, Hakk’ın kahır ve celâlini, saflığı ve berraklığı, lütuf ve cemâlini hatırlatır; bolluğu ve ferahlık verişi yüce Mevlâ’nın sonsuz cömertliğini ve «kulun işini onaran» keremini temsil eder. Aziz varlıklar onunla kutsanır; mukaddes mekânlar ve cennetler onunla süslenir. Görünüşü ve tadı, tenlere gıda; şırıltısı ve sesi, ruhlara safâdır. Âlemlere rahmet olan yüce Peygamberimiz için yazılan şiirlerdeki en güzel benzetmelerden biri de sudur.

Genel olarak kültür ve edebiyatımızda, özel olarak da: “Akan su ne kokar, ne pislenir.” (Mes. İzb. 3/3507); “(Sen) gök ol, bulut ol, yağmur yağdır.” (5/2489) diye seslenen Mevlânâ’da suya gösterilen bu ilgi ve sevginin bir diğer sebebi, onun akışkanlık özelliğiyle âdeta hareketin ve bereketin sembolü olmasındandır.

Çünkü dâimî bir hareket, Hak yolunda sürekli ilerleme ve gelişme, hayatın her alanına katılıp değer kazanarak o sonsuz değerler kaynağına yaklaşma, Mevlânâ’nın şaşmaz karakteri ve tavsiyesidir. “Dün gitti, evvelsi gün geçti, gün bugündür.” diyen büyük düşünürümüzün yeniliğe ve her an yeni bir oluşumda bulunmaya verdiği önem, bundandır. Şu meşhur rubâî O’nun bu hassasiyetini ne güzel ifade eder:

Her gün bir yerden göçmek ne iyi!
Her gün bir yere konmak ne güzel!
Donmadan, bulanmadan akmak ne hoş!
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım!

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de de işaret buyrulduğu üzere insanın maddî varlığında tatmin olma özelliği yoktur. Tatmin olma, rûha ait bir özelliktir. Ruh ise gerçekte, Mesnevî’nin ilk beyitlerinde «ney» sembolü ile veciz bir şekilde anlatıldığı gibi aslına âşıktır. İşte: “Ne akarsu balıktan doyar, ne de balık o akarsuya kanar. Ne cihanın canı âşıklardan sıkılır, ne de âşık o cihanın canından doyup usanır.” (Genc. Rub. No: 625) diyen Hazret-i Mevlânâ’nın dinmek bilmeyen ilâhî aşkı ve hayatın gerçeklerinden kopmayan dinamik bakışı, onun ibadetlerine ve Hakk’a yöneliş biçimine de sirayet etmiştir. Atomlardan yıldızlara kadar her şeyin hareket hâlinde olduğunu ve döndüğünü eserlerinde dâima zikreden Mevlânâ, kanaatimizce kendi yolunun esaslarından biri olan semâ ile de bu yüce hakikatleri dile getirmek istemiştir.

Bahsimize bir örnek olmak üzere bugünün hâtırasına Mesnevî’nin birinci cildindeki bir hikâyenin özetini vererek yazımı sürdürmek ve Hazret-i Mevlâna’nın bu hikâyeyle ilgili yorumlarını sunmak istiyorum. Hikâye, çöldeki yoksul bir bedevî ile cömertliği dillere destan bir halîfenin görüşmesini konu edinmektedir.

Bir gün çok yoksul bir bedevînin karısı, tartışmanın ölçüsünü kaçırıp kocasına fakirlikten, gün yüzü görmediklerinden şikâyette bulunur; sızlanmaya, ileri-geri konuşmaya başlar. Adam karşılık verir, kanaatkâr olmayı tavsiye eder; kadın işi hakarete vardırır. Sonunda adam, kendisini terk edip gitmekle tehdit edince kadın ağlar, özürler diler; kocası da onu affeder, hattâ o da ondan özür diler. Çünkü bu hikâyede karı-koca kavgasının en güzel tasvirlerinden birini yapan ve eşsiz yorumlarda bulunan Hazret-i Mevlânâ’nın tabirince erkek, kuvvette Zaloğlu Rüstem bile olsa, kendi karısının esiridir. Zira Allah, diğer canlılarda görülmeyen dâimî bir meyli insan çiftinin fıtratına koymuştur.

Ve adam karısına, bu yoksulluktan kurtulmak için ne teklifi varsa yapacağını bildirir. Kadın der ki:

“–Bağdat’ta öyle cömert bir halîfe varmış ki kim ihtiyacını ona arzetse derhâl giderirmiş. Sen de Bağdat’a git, halîfeye durumumuzu arzet.” Adam:

“–İyi ama öyle bir yere eli boş gidilir mi? Bizim götürmeye değer neyimiz var ki?” diye karşılık verince karısı:

“–Yağmur suyumuz var ya!” der. Çünkü çölde acı ve tuzlu su içmeye alışmış kimseler için, yağmur suyu kevser suyu gibidir. Kadın, halîfenin de çöldeki acı sudan içtiğini zannederek, böyle tatlı bir suyun halîfe için anlamlı bir hediye olacağını söyler. Bu teklif adamın da aklına yatar. Bir testiye yağmur suyunu koyarlar. Kadın testiye keçeden bir kılıf diker. Adam uzun bir çöl yolculuğuna çıkar. «Aman testiye bir şey olmasın!» diye âdeta titrer. Kadın da kocasının ardından seccadesini serip gönülden dualar etmeye koyulur.

Günler süren bir yolculuktan sonra sarayın kapısına gelen bedevî, halîfenin adamları tarafından güler yüzle, iltifatlarla karşılanınca çok şaşırır. Çünkü halîfe adâletli ve dirâyetli birisidir; adamları da tabiî olarak ona özenirler. Saray, suları gürül gürül akan Dicle’nin kenarındadır; fakat adamın bundan haberi yoktur. Bedevîyi huzura alırlar. Testiyi halîfeye takdim eder. Halîfe suyu alır, gülümseyerek teşekkür eder. Testiyi altınla doldurtup başka hediyelerle birlikte adama geri verir ve hizmetindekilere der ki: “Çöl yolu uzundur; misafirimizi Dicle’den gemiyle gönderin!”

Bedevî büyük bir sevinçle, minnet ve şükran duygularıyla ayrılır. Halîfenin adamları onu, uğurlamak üzere Dicle’nin kıyısına getirirler. Bir testi yağmur suyundan başka tatlı su tanımamış olan adam, Dicle’nin gürül gürül akan, tadına doyum olmayan berrak, hayat bahşeden sularını görünce utancından ne diyeceğini, nereye saklanacağını bilemez: «Bu nasıl lütuf, bu nasıl cömertlik, bu ne âlicenaplık ki, sahibi bir testi yağmur suyunu dahî gönül hoşluğuyla kabul ediyor!» der.

Aslında her bir kahramanı veya unsuru akıl, nefis, ruh gibi insanın iç dünyasındaki güçleri temsil eden bu hikâyenin sonunda Hazret-i Mevlânâ şu yorumu yapar: “Ey oğul! Bütün dünyayı ağzına kadar bilgiyle, güzelliklerle dolu bir testi gibi bil. Fakat bu güzellikler, yüce Mevlâ’nın taşıp coşan ve Dicle’ye benzeyen ilmine göre bir damla hükmündedir. O, gizli bir hazineydi. Taştı, coştu; (kupkuru) toprağı, âdeta atlas (elbiseler) giyen bir sultan hâline getirdi. Bu dünyanın Dicle’sini görünce hayretler içinde kalan bedevî, o dünyanın Dicle’sini görseydi, hayranlığından (altın dolu) testiyi elinden atardı.” (1/2860-2865)

Hikâyede cüz’î aklını ve benliğini seven, onlardan vazgeçemeyen insanoğlunun, küllî akla ve yaratıcı kudrete teslim olduğunda ne büyük kazançlar elde edeceği vurgulanmaktadır. Bu husustaki şikâyetini: “Biz ise testilerimizi Dicle’ye dolu götürüyoruz” (1/2849) diye dile getiren Hazret-i Pîr, Mesnevî’nin başka yerlerinde yüce yaratıcının büyüklüğünü ve cömertliğini şöyle ifade eder: “O’nun kahrında lütuflar gizlidir; O’nun uğrunda can vermek, insanın canına canlar katar.” (5/1668) “Nerede bir kulak varsa, onun (lütfundan) göz olmuştur. Nerede bir taş varsa, onun (lütfundan) yeşim olmuştur.” (1/515) “Böyle muktedir bir Allah huzurunda bir kimse, çer çöp (gibi bayağı) değilse, nasıl ölmez?” (1/530)

Son olarak şunu da belirtmek isterim ki bugün bilim ve teknolojinin getirdiği nimetlere karşılık biyolojik ihtiyaçlarının karşılanmasıyla tatmin olmayan, hayatın anlamını arayan ve içinde bulundukları mânevî boşluğu doldurmak isteyenler, doğudan ve batıdan akın akın Hazret-i Mevlânâ’nın bütün insanlığı kucaklayan derin fikirlerine, engin sevgi ve hoşgörüsüne doğru koşmakta; onun mânevî huzuruna gelmekte; semâzenlerin kâinatı temsil eden dönüşlerine gönülleriyle iştirak ederek ruhlarını yıkamaya çalışmaktadırlar. Milyonları içine alan bu ilgi ve sevgi, kuşkusuz, samimiyetin, ihlâsın, gönülden bağlılığın eseri; sahip olduğumuz yüce değerlerin bereketi sonucudur.