Helva Sohbeti

Dursun GÜRLEK

İnsanın kafasıyla birlikte gönlünü de şenlendiren menkıbeler yüz yıllardan beri büyük bir zevkle okunmuş, bilhassa Mesnevî’den seçilmiş hikâyelerden oluşan nice eserler kaleme alınmıştır.

Hazret-i Mevlânâ’nın Mesne-vî’sinde anlattığı hikâyelerin ne kadar etkileyici olduğu, bunların canlı tablolar hâlinde okuyucunun hâfızasına âdeta nakşedildiği bir gerçektir. İnsanın kafasıyla birlikte gönlünü de şenlendiren menkıbelerin yüz yıllardan beri büyük bir zevkle okunduğunu, dolayısıyla Mesnevî’den seçilmiş hikâyelerden oluşan nice eserlerin kaleme alındığını biliyoruz. İşte bunlardan biri olan «Gülzâr-ı Hakikat»te helva satan bir çocuğun macerası şöyle anlatılıyor:

“Eskiden cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı. Bu mübârek zât, çok fazla ikramda bulunduğu, bu vesileyle fazla para harcadığı için dâima borçlu kalırdı. Zenginlerden borç alır, fakirlere ve dervişlere dağıtırdı. Kendisine müracaat edenlerin ihtiyaçlarını mutlaka yerine getirirdi. Bu şeyh, fakirler ve dervişler için borç parayla bir dergâh yaptırmış, bütün malını mülkünü bu uğurda harcamıştı.

Sözün burasında belirtmek gerekir ki, şeyhin borçlanmak sûretiyle hizmet etmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Mutlak güç ve kudret sahibi olan Allah, İbrahim -aleyhisselâm- için kumu, un hâline getirdi. Bunun gibi bir dervişi de, hiç kimsenin akıl edemeyeceği bir şekilde borçlarından kurtarabilir.

Şeyh, uzun zamandan beri insanlardan borç alıyor, Hak yolunca harcıyordu. Derken ömrünün son günleri gelip çattı. Yüz çizgilerinde ölüm alâmetleri belirmeye başladı. Ne kadar alacaklısı varsa hepsi başına toplanmıştı. Kendisi ise ölüm döşeğinde mum gibi eriyordu. Alacaklıları ekşi suratlarıyla ve ümitsiz bir hâlde yanında oturuyorlardı.

Hazret-i Şeyh, böyle bir manzarayla karşılaşınca kalbinden: «Şu kötü zanlara kapılanlara bak. Benim borcumu ödemek için Allah’ın dört yüz dinar altını yok mu sanıyorlar?» dedi. O sırada sokaktan geçen ve helva satan bir çocuğun sesi duyuldu:

Hazret-i Şeyh, başıyla hizmetçisine işaret edip:

«–Helvacının ne kadar helvası varsa hepsini al, getir. Yanı başımda oturan misafirlerin önüne koy. Bir güzel yesinler. Hiç değilse bu sırada hakkımda kötü düşünmesinler!» dedi. Hizmetçi hemen gitti, gence sordu:

«–Ey helvacı! Helvanın tamamına kaç para istiyorsun?»

«–Yarım altından biraz fazlasına veririm.»

«–Bu fiyat çok. Yarım altına verirsen hepsini alırım.» deyince, çocuk râzı oldu. Helvayı tablasıyla beraber getirip şeyhin önüne koydu. Şeyh, alacaklıların yüzüne bakarak eliyle işaret etti:

«–Buyurun, şu helvayı teberrüken yiyin!» dedi. Alacaklılar bütün helvayı yediler. Çocuk boş tablayı alıp şeyhe yöneldi:

«–Helvanın parasını ver.» dedi. Hazret-i Şeyh:

«–Ben şimdi nereden para bulayım? Borcum olsun. Şu etrafımda oturan insanlara olduğu gibi sana da borcum olsun. Allah’a bir can borcum kalsın. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna borçlu ve müflis olarak gidiyorum. Malım-mülküm yok ki helvanın parasını vereyim!» diye konuştu.

Helvacı çocuğun canı sıkıldı, tablayı yere attı. Yüksek sesle ağlamaya başladı:

«–Keşke iki ayağım kırılsaydı da, buraya gelmeseydim! Keşke akşama kadar külhanın etrafında dolaşsaydım da, bu dergâhın kapısından geçmeseydim! Dervişler işte böyledirler. Dışarıdan evliya gibi görünürler, gerçekte ise eşkıyalık yaparlar! Köpek gibi insanın elinden ekmeğini kaparlar! Kedi gibi rızâsız lokmayı yedikten sonra gûyâ yüzlerini yıkarlar!» diye söylenmeye başladı. Helvacının bu feryâdını işitenler başına toplandı. Çocuğun niçin ağladığını, neden böyle durmadan söylendiğini öğrenmek istediler.

Helvacı, Şeyh’i aşağılayıcı sözler söylemeye devam etti:

«–Ey insafsız, ey gaddar Şeyh! Eğer ben dükkâna böyle eli boş gidersem, ustam döve döve postumu yüzer, hiç acımaz, öldürür. Buna senin vicdanın nasıl râzı olur?» dedi.

Helvacı çocuk, ağzına geleni aktardı. Bu arada alacaklılar, şeyhe hücum eder gibi çirkin ağızlarını açtılar:

«–Çocuğa böyle büyük bir kötülük yaptın. Bizim de bu kadar malımızı yedin. Kul hakkı gibi ağır bir yükle âhiret yolculuğuna çıkıyorsun. Çocuğa karşı davranışın, bize uyguladığın zulme tüy dikti!» dediler.

Helvacı çocuk ikindiye kadar hem ağladı, hem de ileri-geri söylenmeye devam etti.

Şeyh Hazretleri’ne gelince, o bir okyanus gibiydi. Bütün bu olumsuz hareketler karşısında hiç etkilenmiyor, çocuğun sözlerine asla önem vermiyordu. Dedikoduların, uygunsuz lâfların hiç birine aldırmıyordu.

İşin hikmetli yönüne bakınız ki, Şeyh’in etrafında toplanan alacaklılar, aralarında para toplayıp çocuğun sıkıntısını gidermeyi akıl edemediler. Çünkü ilâhî hikmetin kendisini göstermesi, Şeyh’in kerâmetinin ortaya çıkması gerekiyordu. Dolayısıyla bu adamların basiretleri bağlanmış, çocuğa yardım ellerini uzatamamışlardı. İşte Allah’ın velî kulları böyle tasarruf sahibiydi.

Sadede gelelim. Helvacı çocuğun feryâdı, alacaklıların savurduğu hezeyanlar ikindiye kadar devam etti. Tam bu sırada, Şeyh’in nasıl mübârek bir zât olduğunu çok iyi bilen ve Hâtem-i Tâî gibi cömert olan bir adam, hizmetçisini içeri gönderdi. Hizmetçi Şeyh’in huzuruna çıkıp, içinde 400 altın, ayrıca bir de kâğıda sarılı yarım altın bulunan tabağı kendisine takdim etti.

Hazret-i Şeyh, tabağın üstündeki örtüyü kaldırdı. Çil çil altınlar ortaya çıktı. Orada bulunup da kötü düşüncelere kapılanlar bu manzarayı görünce şöyle konuştular:

«–Ey şeyhlerin şeyhi! Bu ne büyük bir sır! Bu nasıl bir kerâmet? Senin gerçek mahiyetini anlamadık. Hatalı hareket ettik! Kerem et. Bizi bağışla. Zira saçma sapan lâflar ettik, hatır-gönül kırıcı sözler söyledik! Körler gibi elimizdeki değneği rast gele yerlere vurduk! Birçok kol kanat kırdık!»

Beri taraftan alacaklılar bu kerâmeti görüp, Hazret-i Şeyh’in büyüklüğüne inandılar ve kendisinden özür dilediler:

«–Ey Şeyh! Bu işin sırrı, hikmeti nedir; lütfen bize anlat!» dediler. Bunun üzerine Şeyh şunları söyledi:

«–Ben Allah’tan dilekte bulundum. Cenâb-ı Hak da bana doğru yolu gösterdi. O altınların gelmesi, çocuğun ağlamasına bağlıydı. Eğer helvacı çocuk ağlamasaydı, Allah’ın rahmet denizi coşmazdı!»”

İşte helva üzerine birkaç anekdot daha:

Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle rivâyet ediyor:

“Rasûlullah tavuk ve muhallebiyi yerdi. Helva ve bal hoşuna giderdi. Bir defasında şöyle buyurdu:

«Mü’min tatlıdır, tatlıyı sever. Mü’minin midesinde bir yer vardır ki, onu ancak tatlı doldurur!..»

ŞEYHİN KERÂMETİ

Bir adam, Allah’ın sevgili kullarından birine gelerek şöyle diyor:

“–Şeyhim! Filân şahısta 100 altın alacağım var. Senedi kaybettiğim için adam borcunu inkâr ediyor. Dua et de kaybolan senedimi ele geçireyim.” Bunun üzerine hazret diyor ki:

“–Dua ederim ama bir şartım var. Canım helva istiyor. Şu karşıki helvacı dükkânından bana biraz helva alıp getir. Helvayı yedikten sonra dua ederim.”

Adam koşup helvayı alıyor. Helvanın sarılı olduğu kâğıda şöyle bir bakınca, borç verdiği 100 altının senedi olduğunu görüyor. Şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açılıyor. Büyük bir saygıyla şeyhin eline sarılıyor. Ermiş zât işte o zaman şöyle diyor:

“–Mademki senedine kavuştun. Al o helvayı, evine götür. Çoluğuna-çocuğuna âfiyetle yedir!..”

HACCÂC’IN SOFRASI

Arap’ın biri, ihtiyacını arz etmek üzere Haccâc-ı Zâlim’in huzuruna çıkıyor. Bu sırada sofranın hazır olduğunu görüyor. Haccâc, Arap’ı da sofraya davet ediyor. Diğer bir takım kimselerle birlikte yemeğe başlıyorlar. Birkaç tabak yedikten sonra ortaya helva konuyor. Arap helvadan bir lokma alınca Haccâc kendisine takılmak amacıyla şöyle diyor:

“–Bu helvadan kim bir lokma daha alırsa boynunu vururum!”

Orada bulunanlar büyük bir korkuya kapılıyorlar ve derhâl sofradan ellerini çekiyorlar. Arap ise kâh Haccâc’ın yüzüne kâh helvaya bakarak bir süre bekliyor. Ancak helvanın halâvetine ve taravetine daha fazla dayanamıyor:

“–Ey Emir! Allah rızâsı için benden sonra çocuklarımı koru!” dedikten sonra helva tabağına saldırıyor.

Haccâc hem kahkahayla gülüyor, hem de Arap’ı mükâfatlandırıyor.

FATİH’E VERİLEN MÜJDE

Fatih Sultan Mehmed, Manisa’da ilim ve tahsil görürken Akşemseddîn ve Şemseddîn-i Sivâsî ile görüşür. Bu sırada Mısır hükümdarı Kalavun’un idaresi altında bulunan Akka Kalesi’ni Fransızlar habersizce ele geçirirler ve Suriye’ye kadar ilerlerler. Bu arada birçok mal alıp binlerce Müslüman kadını kendi memleketlerine götürürler. Şehzade Mehmed olaydan haberdar olunca ağlamaya başlar. Bunun üzerine Akşemseddîn şöyle der:

“Ağlama, düşmanın bu Akka Kalesi’nden aldığı ganimet akîdelerinden ve pişmiş helvalarından, İstanbul’u fethettiğimiz zaman siz de yersiniz. Amma o zaman Müslüman gaziler arasında adâleti gözetip kadıların ve gazilerin senden râzı olması gerekir.”

Akşemseddîn bunu söyledikten sonra başından sarığını çıkarıp Fatih’in başına koyar, İstanbul’un fethini müjdeler ve bu konudaki hadîs-i şerîfi okur. Her şeyin vakt-i merhûnu vardır, diye teselli eder.

BİZ: «HALVA!» DEMESİNİ DE BİLİRİZ, «HELVA» DEMESİNİ DE

Halk arasında elmaya «alma» deniliyor. İkinci Mahmud da, «telaş» kelimesini «talaş» diye telâffuz edermiş. Öyle okumuş arkadaşlarımız var ki: “Rüzgâr»ın şapkasını, rüzgâra kaptırıyorlar, âhengiyle kulakları okşayan bu güzelim kelimeyi kalın bir sesle telâffuz ederek, dost meclislerinde soğuk rüzgârlar estiriyorlar. Bazı kimseler ise, «Kâmil»in de şapkasını kalın «k» sesiyle söyleyerek, Türkçelerinin kemâle ermediğini bu vesileyle gösteriyorlar.

Telâffuz hataları -itiraf edelim ki- biraz da ağız alışkanlıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Yoksa eli kalem tutan kelam erbabı, kelimelerin hakkını vererek konuşmasını bilir. Nitekim adamın biri, «helva»ya «halva» diyormuş. Bir dostu kendisini îkaz etmiş:

“–Aramızda neyse ama yabancıların yanında «helva»yı «halva» diye söylemen garip karşılanıyor.” diye konuşmuş. Arkadaşı şu cevabı vermiş:

“–Biz «halva» demesini de biliriz, «helva» demesini de!..”

TUZSUZ HELVA GİBİ

Yeni evlenmiş bir kızcağız, bir gün helva pişirmek ister. Fakat helvaya tuz katılıp katılamayacağını bir türlü kestiremez. Evde bunu soracak kimse de yoktur. Bu konuda bilgi verecek birini dışarıda ararken yoldan bir adamın geçtiğini görür. Utandığı için helvaya tuz atılıp atılmayacağını soramaz. Adama:

“–Amca, niye öyle tuzsuz helva gibi sallanıyorsun?” sorusunu yöneltir. O zât, maksadı anlamakla beraber:

“–Kızım hiç helva tuzlu olur mu?” der.

Yeni gelin böylece öğreneceğini öğrenir. Bu söz de onlardan bir yadigâr kalır.

NİÇİN HELVA YEMİYORSUN

Açlıktan nefesi kokan bir adam, bir gün zengin bir bakkalın dükkânına girip sorar:

“–Sende un var mı?”

“–Var.”

“–Yağ var mı?”

“–Var.”

“–Şeker var mı?”

“–Var.”

“–Be adam, mademki bunların hepsi var, ne diye helva yapıp yemiyorsun?..”

ŞU KONYALILAR YOK MU?

Nasrettin Hoca Konya’ya gittiği zaman helvacı dükkânının önünden geçer. Taze ve nefis helvaları görünce iştahı iyice kabarır. Hemen içeri girip tezgâha yanaşır. “Bismillah” diyerek helvaları yemeye başlar. Helvacı:

“–Be adam, okkasız, kantarsız, parasız, pulsuz ümmet-i Muhammed’in helvasını ne hakla yiyorsun?” diye kızar, dayak atma teşebbüsünde bulunur. Hoca, şaşkınlıkla şöyle konuşur:

“–Yahu, şu Konya’lılar ne iyi insanlar! Adama döve döve helva yediriyorlar!..”

RÜYA DEDİĞİN BÖYLE OLUR

Bir Yahudi, bir Hıristiyan, bir Müslüman birlikte yola çıkarlar. Müslüman’a hediye edilen altını bozdurup helva alırlar. Yolculuklarına biraz daha devam ettikten sonra konaklama yerine gelirler. Geceyi orada geçirmeye karar verirler. Müslüman oruçlu olduğu için akşam vaktinin girmesiyle birlikte:

“–Haydi yemeğimizi yiyelim.” der. Hıristiyan’la Yahudi:

“–Biz aç değiliz. Yatıp uyuyalım, helvayı sabaha bırakalım.” şeklinde konuşurlar.

Bu arada Yahudi ortaya bir söz atar:

“–Bu helva hepimize yetmez, en güzel rüyayı kim görürse helva onun olsun!” teklifinde bulunur. Hıristiyan da teklifi kabul eder. Tabiî ki ikisinin de maksadı helvayı yalnız yemektir. Bu kararı verdikten sonra uykuya dalarlar. Karnı iyice aç olan Müslüman geceleyin kalkar, helvayı bir güzel yer. Arkasından ibadetini yaparak sabahleyin onlarla birlikte uyanmak üzere tekrar yatar. Vakti gelince hep birlikte uyanırlar. En güzel rüyayı kimin gördüğünü belirlemek üzere konak sahibini yanlarına çağırırlar ve rüyalarını anlatmaya başlarlar. Önce Hıristiyan söz alır ve şunları söyler:

“–Rüyamda Hazret-i İsa’nın gökten inip yanıma geldiğini gördüm. Mübârek benimle tatlı konuştu, hâlimi hatırımı sordu. Sonra birlikte gökyüzüne çıktık. Meleklerin arasında dolaştık. Birçok hârikalar gördük. Âdeta kendimizden geçtik.”

Yahudi de kendine göre bir rüya anlatır:

“–Ben de rüyamda Hazret-i Musa ile Tur Dağı’nda karşılaştım. Bir süre ışık ve nur içinde kaldıktan sonra bana cenneti gezdirdi. Orada gördüğüm nimetler, muhteşem manzaralar âdeta gözlerimi kamaştırdı.” Yahudi daha birçok yalan uydurarak konuşmasına devam etti…

Sıra helvayı geceleyin yiyen Müslüman’a geldi. O da gayet sâkin ve kendinden emin bir hâlde dedi ki:

“–Bana Peygamber’imiz Muhammed -aleyhisselâm- geldi. Şefkatle baktıktan sonra şöyle dedi:

«Ey benim bîçare ümmetim! Hıristiyan’ı İsa göklere, Yahudi’yi Musa cennete götürdü. Sen burada garip kaldın. Oruçlu olduğun hâlde daha iftarını bile yapmadın. Bari kalk da şu helvayı ye!..» Ben de emri yerine getirip helvayı yedim.”

Şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılan Yahudi’yle Hıristiyan ağız birliği edip:

“–Rüya dediğin böyle olur. Bizimki sadece hayalden ibaretmiş.” diye konuşurlar.

MAHİR İZ HOCA DİYOR Kİ

Merhum hocamız Mahir İZ hakkında kaleme alınan yazıları merakla okurken Mustafa ÖZDAMAR Bey’in naklettiği bir anekdot dikkatimi çekti. İsmail ERÜNSAL Bey’in naklettiğine göre Mahir Hoca’nın bazen tatlı kaçamakları oluyor. Arada bir, kalkan balığı aldıktan sonra Yeldeğirmeni’nin yolunu tutuyor. Orada oturan iki yaşlı hanım akrabasının yanına gidiyor. Hoca, perhiz yaptığı ve hanımının kendisine balık yedirmeyeceğini bildiği için balıkları işte bu akrabasının evinde bir güzel pişirtip yiyor. Bu sırada İsmail ERÜNSAL Bey’e seslenip:

“–Git, bir kilo da öldürücü getir!” diyor ve tatlıcıya gönderiyor. ERÜNSAL Bey’in “–Öldürücü nedir?” sorusuna da şu cevabı veriyor:

“–Sen öldürücünün ne olduğunu bilmiyor musun? Helva helva!..”