Şah ve Irgat

Nurettin KORKUT

Yarını belli olmayan fakir ırgatlar o anda ellerinde bulunanı paylaşmayı öğrenmişlerdi. Paylaşmadaki huzuru anlamışlardı, eşyanın hakikatine ermişlerdi.

Ali Râmitenî Hazretleri, gönlündeki güzellikleri uzaklara taşıyabilme gayretiyle, Harezm şehrine hicret etmeye karar vermişti. Harezm şehrine yaklaşınca iki müridini, Harezm Şâhı’na gönderdi. Dedi ki:

“Gidin şaha: «Şehrinize fakir bir dokumacı geldi, bu şehirde yaşamak üzere sizden yazılı bir vesika istiyor, izin verirseniz ikamet edecek, şayet izin vermezseniz dönecek.» deyin.”

Dervişler, durumu şaha anlatınca şah önce şaşırdı. Zira bugüne kadar karşılaşmadığı bir durumla karşılaşmıştı. Fermanı yazdı ve mühürledi.

Dervişler fermanı Râmitenî Hazretleri’ne ulaştırdılar ve Harezm şehrinin kenar bir mahallesine yerleştiler.

Allah’ın sâlih kulları hep matemlilerin civarındadırlar. Gariplerin sığınağı, dertlilerin dermanı, fakirlerin imdadı olmuşlardır. Nerede bir horlanan varsa o kapıya koşmuş, oralarda kırık gönüller aramışlardır. Âşıklar da oradadır, günah çukurundan çıkmak, kurtulmak isteyenler de.

Sâlih zâtlar, dertliye derman olmak üzere seçilmiş geniş bir yüreğe sahiptirler. Sahip oldukları bu yüreği «ümmetî ümmetî!» diyen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hakikî varisi olarak taşıma gayreti ve hassasiyeti içerisinde olmuşlardır.

İşte yine bu incelikler içerisinde Râmitenî Hazretleri Harezm şehrinin ırgat pazarına talip olmuştu; karın tokluğuna çalışan, yarın iş bulup bulamayacağı belli olmayanların toplandığı pazara.

Ne gariptir ki yarını plânlı olanın yarına çıkacağı belli midir acaba? Sürekli o teyakkuzda yaşamak kim bilir nasıl bir duygu?

«Yarını belli olmayanın gönlü kırıktır.» diyen Râmitenî Hazretleri, bir gün oradan birkaç ırgat toplayıp evine getirdi. Onlara dedi ki:

“Bugünkü işiniz abdest almak, benimle birlikte namaz kılmak, aradaki zamanlarda birlikte sohbet etmek ve beraber yemek yemek olacaktır. Akşam vakti ise yevmiyelerinizi alıp evlerinize gideceksiniz.”

Bu ne güzel alış verişti. Anlayan anlamıştı, anlamayan ise anlayacaktı vicdanının sesini dinlediği zaman…

Ertesi gün yine devam eder ırgat pazarındaki alış veriş. Öyle bir gün gelir ki Râmitenî’nin evi artık ırgat pazarı olmuştu. Tek fark; ırgatlar yevmiye almıyor, gönüllü geliyorlardı.

Diğer önemli bir fark da şuydu: Onların her biri bir Râmitenî olma derdine düşmüşlerdi. Onlar da Râmitenî gibi kendilerine bir matem yeri arıyorlar, dertlilerin dermanı olmaya koyuluyorlardı. Muhabbet neler yaptırmıştı onlara! Yarını belli olmayan fakir ırgatlar o anda ellerinde bulunanı paylaşmayı öğrenmişlerdi. Paylaşmadaki huzuru anlamışlardı, eşyanın hakikatine ermişlerdi.

Fakat şeytan boş durur mu? İşte üzerine oturması gerekli bir yol bulmuştu kendisine göre. Zaten âsî olup öyle dememiş miydi Rabb’ine?

Bir grup Harezmli, şeytanın iğvâsıyla kıskançlık ateşine düştü ve bir gün aralarında toplandı. Bu grubun içinde makam sahipleri, ilim sahipleri ve zenginler de vardı. Zenginlik, makam ve ilim kendilerinde olduğu hâlde bir dokumacıya neden bu kadar itibar edildiğini anlayamıyorlardı. İçlerine düşen kıskançlık faresi onları içten içe kemirip duruyordu. Kafalarından bin bir türlü oyunlar geçiriyorlardı.

«Kuyular kazalım.» dediler. «Derin olsun da düşünce bir daha çıkamasın o kuyulardan.» Vardılar Harezm Şahı’na dediler ki:

“Bu dokumacının senin yerinde gözü var. Ahâliyi etrafına topladı. Halk akın akın onun yanına taşınıyor, Harezm’de huzur kalmadı, ileride önü alınamaz bir duruma doğru gidiyoruz.”

Şah telâşlandı. Haklıydılar, Harezm’e huzur gerekliydi:

“Varın, gidin dokumacıyı şehirden çıkarın.” dedi.

Şahın adamları hemen Hazret’in yanına vardılar ve ona:

“Şah artık seni Harezm’de istemiyor. Hemen Harezm’i terk et.” dediler.

Râmitenî şehre girerken aldığı izin fermanını çıkardı dedi ki:

“Bu fermanı şahınıza götürün, mührü sahteyse çıkayım. Yok, eğer verdiği izinden dönüyorsa yine çıkayım.”

Adamları bu sözü şaha ulaştırdılar. Vicdanlı olan şah:

“Ben bu zâtı bir göreyim.” dedi.

Râmitenî huzuruna gelince diller sustu, kalpler konuşmaya başladı. Çünkü iki kalp tâ ezelden birbirini tanıyordu. Çağlayanları olan heybetli nehir, engin bir okyanusun içerisinde huzurla yok oluyordu. Şahlarla ırgatlar birlikte yok olmuşlardı.

Ne mutlu o engin okyanusta huzurla yok olanlara…