Hazret-i İsa’nın Müjdesi

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

PEYGAMBERLERE ÎMAN

Filozoflar, fikrî sistemlerini diğer filozofları tekzib ederek kurarlar.

Fakat peygamberler ise, inanç sistemlerini dâima birbirlerini tasdik ederek oluştururlar. Çünkü doğru bir îmanın temel esaslarından biri:

Allah’ın bütün peygamberlerine îman etmektir.

Bu itibarla birbirini kabul etmeyen, birbirine îman etmemiş olan bir tek peygamber yoktur. Her peygamber gerek kendinden önce yaşamış olsun, gerekse aynı dönemde yaşamış olsun diğer peygamberlere de mutlaka îman etmiştir.

Buna ilâveten peygamberler, Allah tarafından bir vahiy ve müjde neticesinde kendinden sonraki peygambere de îman etmiş ve onu müjdelemişlerdir. Böylece yeni gelen peygamber yeni bir müjde-i ilâhî olarak telâkki edilmiştir.

Bunun en son misâlini Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’da görmekteyiz.

İsa -aleyhisselâm-, ilâhî vahiyle İncil’de bahsedilen ve insanlığa gönderilen son peygamber olan Hazret-i Ahmed’i (Faraklit) müjdelemiş ve kendisine inananları O’na îman etmeye davet etmiştir.

FARAKLİT / AHMED

İsa -aleyhisselâm-’ın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i müjdelemesi İncil’de şöyle geçer:

“–Ben Peder’e ibadet edeceğim ve O size başka bir teselli edici (Faraklit) gönderecek ki, O sizinle ebediyyen kalabilir.” (Yuhanna, 14/16-17)

Sonra Hazret-i İsa, son peygamber Ahmed -aleyhisselâm-’ın gelişinin kendisinin gidişine bağlı olduğunu ifade ile der ki:

“Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, yardımcı (tesellici, Faraklit) size gelmez. Ama gidersem, O’nu size gönderirim. Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki O, yani «Gerçeğin Rûhu» gelince, sizi gerçeğe yöneltecek. Çünkü O, kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek.” (Yuhanna 16/7-9, 12-13)

Metinde geçen «Faraklit» kelimesi, «hamd»e tekâbül etmektedir.

Bazı Hıristiyanlar bunu «muhallıs» (kurtarıcı) olarak açıklamışlar; bazıları da «hammâd» ve «hamîd» diye tefsir etmişlerdir. Bu durumda «Faraklit» kelimesinin, Ahmed ve Muhammed mânâsına uygun olarak asıl isme işaret ettiği gayet açıktır.

Hazret-i İsa’nın müjdesi, Barnabas İncili’nin 39’uncu bâbında şöyle anlatılmaktadır:

Havâriler, İsa -aleyhisselâm-’a:

“–Söylediğin Mesih’in ismi nedir ve O’nun geldiğini nasıl anlayacağız?” diye sordular.

Hazret-i İsa şu cevabı verdi:

“–Mesih’in (Rasûl’ün) adı, hayran olmağa değer güzelliktedir. Cenâb-ı Hak, O’nun nûrunu yarattığı zaman, O’na bu ismi verdi ve O’nu semâvî ihtişamı içine koydu. Sonra:

«–Sen’in hatırın için Ben, cenneti, dünyayı ve birçok mahlûku yarattım. Bunların hepsini Sana hediye ediyorum. Sen’i takdir eden, Ben’den nimet bulacak; Sen’i inkâr eden, tarafımdan lânet olunacaktır. Ben Sen’i dünyaya Ben’im Rasûlüm olarak göndereceğim. Sen’in sözün sırf hakikat olacaktır. Yer ve gök ortadan kalkabilir, fakat Sen’in îmanın dâima ebedî olacaktır.» buyurdu.

O’nun ismi Faraklit’tir (Ah-med’dir).”

Bunun üzerine İsa -aleyhisselâm-’ın civarında toplanmış olan mü’minler, hemen seslerini yükselterek:

“–Ey Ahmed! Dünyayı kurtarmak için çabuk gel!” diye niyazda bulundular. (Bu ve benzeri ifadeler için Barnabas İncili’nin 41. ve 97. bâblarına da bakılabilir.)

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm Hazret-i İsa’nın bu müjdesinden şöyle bahsetmektedir:

“Meryem oğlu İsa: «Ey İsrâiloğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim!» demişti…” (es-Saff, 6)

Bunun içindir ki, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Ben; babam İbrahim’in duâsı, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annem Âmine’nin rüyâsıyım.” (Ahmed bin Hanbel, V, 262; Hâkim, el-Müstedrek, II, 453)

İNANANLAR DA, İNANMAYANLAR DA OLDU

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in isim ve sıfatları, ifade ettiğimiz örneklerde görüldüğü gibi kendisi daha dünyayı teşrif etmeden önce ilâhî kitaplarda yer almıştı.

Gerek Tevrat’ta gerekse İncil’de Efendimiz -aleyhisselâm- hakkında apaçık malûmatlar verilmişti.

Yani yahudi ve hıristiyan âlimleri aslında tam bir bilgiye sahiptiler. İçlerinde insaf ehli olanlar, Hazret-i Peygamber’in teşrifinden sonra hemen O’na îman ettiler ve tâbî oldular. Habeşistan kralı Necâşî de bu bahtiyarların başında gelmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, ehl-i kitaptan olup da Hazret-i Peygamber’e îman edenleri tebcîl ile anlatır:

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de (isim ve sıfatlarını) yazılı buldukları O Rasûl’e, O ümmî peygambere tâbî olurlar…” (el-A’râf, 157)

Fakat ehl-i kitabın arasında Hazret-i Peygamber’i tam anlamıyla bildikleri hâlde îman etmeyenler de mevcut olagelmiştir. Cenâb-ı Hak, onların Hazret-i Peygamber’i tanımalarına rağmen îman etmeyişlerini âyet-i kerîmede şöyle ifade buyurur:

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, O’nu (Hazret-i Peygamber’i) kendi evlâtlarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen şüphesiz onlardan bir fırka, bile bile gerçeği gizler.” (el-Bakara, 146)

Fakat bu gizlemeler ve Hazret-i Peygamber’e îman etmekten kaçış, sadece bu hatayı işleyenlere ait bir keyfiyettir. Onların çelişkileri, inkârları, kavgaları ve uzak duruşları, ancak kendilerindeki hatalardan kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla onlar Hazret-i Peygamber hakkında nasıl bir tavır içerisinde olurlarsa olsunlar, neticede Hazret-i İsa -aleyhisselâm-, Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i müjdelemiş, O Peygamberler Sultanı’na mübârek teşrifinden önce îman etmiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Hazret-i İsa’yı tasdik ile O’ndan «kardeşim» diye bahsetmiştir.

AYNI DUA VE ALLAH’IN MÜJDESİ

Hadîs-i şerifte: “Ben kardeşim İsa’nın müjdesiyim…” diyen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in daveti ile bütün peygamberlerin ve Hazret-i İsa’nın daveti, özü itibarıyla tamamen aynıdır. Şu var ki, önceki peygamberlere mensup olanlar, Allah’ın kitabını ve peygamberlerinin yolunu tahrif ettikleri için Cenâb-ı Allah, Efendimiz Muhammed Mustafa -aleyhisselâm-’ı yeni bir kitap (Kur’ân) ile kıyâmete kadar bütün âlemlere rahmet olarak göndermiş ve din olarak bütün insanlık için İslâm’ı ikâme etmiştir.

Dolayısıyla gerek diğer peygamberler ve gerekse Hazret-i İsa’nın bizatihî tevhîd telâkkisi ile Hazret-i Peygamber’in tevhîd telâkkisi aynıdır. Bu aynılık onların dualarında bile vardır. Nitekim bir gün Allah Rasûlü, İbrahim -aleyhisselâm-’ın:

“Rabbim, putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir.” (İbrâhim, 36) sözünü ve İsa -aleyhisselâm-’ın:

“Eğer kendilerine azap edersen, şüphesiz onlar Sen’in kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen izzet ve hikmet sahibisin.” (el-Mâide, 118) duasını okudu.

Sonra ellerini kaldırdı ve:

“Allah’ım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

“–Ey Cebrâil! –Rabb’in her şeyi daha iyi bilir ya- git, Muhammed’e niçin ağladığını sor!” buyurdu.

Cebrâil -aleyhisselâm- geldi. Rasûlullah Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. (Hazret-i Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allah Teâlâ:

“–Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve O’na: «Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz.» diye müjdemizi ulaştır!” buyurdu. (Müslim, Îmân, 346)

Ebû Zer -radıyallâhu anh- rivâyet eder ki:

“Bir gece, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namaz kılıp Mâide Sûresi’nin yukarıda geçen 118’inci âyet-i kerîmesini sabaha kadar okudu. Rükûda da, secdede iken de bu âyeti okuyordu…” (Ahmed, V, 149)

Bütün peygamberlerdeki güzel sıfatları kendisinde toplamış olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i İsa ile bu şekilde dua ve gönül beraberliğini ne kadar güzel aksettirmiştir. Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den Hazret-i İsa’nın ezelde nasip aldığı güzel ahlâk, ebed yolunda yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek hayatında daha üstün bir tecelli ile zuhur etmiştir.

MEKÂRİM-İ AHLÂKI TAMAMLAMAK

Hazret-i İsa, malûm olduğu üzere insanlara mekârim-i ahlâkı ve dünyada zühdü öğretmek için gönderilmişti. Bu sebeple bir ömür insanlara güzel ahlâkı tâlim etti.

Bu gerçek, aynı zamanda Hazret-i Peygamber’in de gönderiliş sebeplerinden biri oldu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur ki:

“Allah -celle celâlühû-, beni güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderdi…” (Muvattâ, 904; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, x, 192)

Ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir güzel ahlâk içerisinde yaşadı ki, O’nu kim görse bulutsuz bir dolunay görmüşçesine gözlerini sîmâsından ayıramazdı. Nitekim yahudi ulemâsından Abdullah İbn-i Selâm, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ilk defa görür görmez, daha o anda O’nun sîmâsındaki nûrâniyet ve mânâ derinliğine kendisini kaptırdı. Hayret ve hayranlık içerisinde:

“Bu sîmânın sahibi yalancı olamaz!” diyerek îman etti.

İLÂHÎ YEMİNLE…

Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Peygamber, sahip olduğu yüce ahlâkı itibarıyla «üsve-i hasene/en güzel örnek» olarak vasıflandırıldı. Kalem Sûresi’nde O’na «ilâhî yemin»le:

“Şüphesiz Sen yüce bir ahlâk üzeresin!” buyuruldu.

Böylece İsa -aleyhisselâm-’ın «Övülmüş Peygamber/Ahmed» şeklindeki ilâhî müjdesi, tecelli etmiş oldu.

İNSANLIĞA DÜŞEN

Sadece İsa -aleyhisselâm-’ın müjdesi değil, tâ Hazret-i Âdem’den itibaren nûr-i Muhammedîsi ile bütün peygamberlerin alnında ve ufkun parıldayan ebediyet müjdesi ve sonsuzluk güneşi olan Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlık için artık son peygamber ve yegâne kurtuluş vesilesi. Artık bütün insanlığa düşen, bu ilâhî lütfa sımsıkı sarılmak. O’na cân u gönülden teslim olmak.

Bütün insanoğluna gereken bu ilâhî müjdeye can u gönülden sarılmak… Hele kitap ehli olanlar, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Hazret-i İsa’nın da müjdesi îcabı îman etmekte en önde koşanlar arasında yer almalıdırlar. Cenâb-ı Hak, bu zarûreti görmeyip de inkâra sapanları âyet-i kerîmelerde şöyle îkaz etmektedir:

“Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp de bildiğiniz hâlde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz?” (Âl-i İmrân, 70)

“Ey ehl-i kitap! Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” (Âl-i İmrân, 71)

Bilhassa Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devrinde O’nun peygamberliğini fark ettikleri hâlde sırf nefsânî sebeplerle îman etmeyen ehl-i kitap hakkında inen bu âyetler, aynı durumda olan herkesi kapsamaktadır.

Demek ki asıl mesele, kullukta samîmiyet.

Çünkü inkâr edenlerin çoğu, Rasûlullah Efendimiz’in peygamberliğinden zerre kadar şüphe etmiyorlardı, fakat kendi çıkarları ve beklentilerinin dışında bir tecelli olduğu için O’nu kabullenmek istemediler. Yani kulluklarında samîmiyetsizlik gösterdiler. İstikametlerini kaybettiler ve ebedî hüsrana dûçâr oldular. Düşünemediler ki:

İSTİKAMET SAMÎMİYETE BAĞLIDIR

Hangi hâl içinde olursa olsun Allah’a kullukta ihlâs ve takvanın ehemmiyeti, son derece yüksektir. Eğer kul, Allah yolunda muttakî ve muhlis bir gönle sahipse onun hâli istikamet üzere devam eder. Değilse, istikametini kaybeder, Allah’a ve Rasûlü’ne uzak düşer.

Bu itibarla;

HER AY RAMAZAN FEYZİ İÇİNDE OLMALI

Geçen ay feyizli ve bereketli iklimiyle yoğrulduğumuz mübârek Ramazân-ı Şerîf’teki mânevî ve uhrevî güzellikleri diğer aylarda da devam ettirmeliyiz. Ramazan’ı ibadetlerimizle, güzel amellerimizle bütün bir ömre yaygınlaştırmalıyız. Âriflerin tembihleri olan: «Her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bil!» düstûruyla yaşamalıyız.

Cömertliğimizi, misafirperverliğimizi, fakir-fukarayı gözetmemizi, gariplere sıcak bir gönül dergâhı olabilmemizi, bütün aylara ve mevsimlere taşıyabilmeliyiz.

Ramazan’da, oruç ile bize helâl yiyecekler bile yasaklanmaktadır. O hâlde haram ve şüphelilerden ne kadar kaçınmamız gerektiğini düşünmek lâzım…

Unutmamalı ki oruç, büyük bir hasene olup mü’mindeki melekî yönü güçlendirmektedir. Oruçlu insan büyük ölçüde meleklerdeki rûhâniyetten bir nasip almaktadır. Çünkü oruç sayesinde hayvanî gücün zayıflaması nispetinde hatalar da azalır. Nefsini kontrol altına almada ve irade sahibi olabilmede oruçtan daha tesirli bir ibadet yoktur.

Bu hâl, insana bütün bir ömür lâzım olan en güzel kulluk hâlidir.

Dolayısıyla kulluk ve ibadetlerdeki hassasiyetimiz, sadece Ramazân-ı Şerîf’e mahsus kalmamalı. Bedene açlık ile, nefsimize günahlardan sakınmak ile, gönlümüze de her an Allâh’ı hatırlamak ile tutulması îcap eden Ramazan orucunun feyzi, diğer zamanları da içine almalıdır.

Rahmet, mağfiret ve cennet müjdelerinin muhatabı olabilme gayreti, sadece Ramazan aylarında gösterilmesi gereken bir gayrete dönüşmemeli. Çünkü son nefesimizin hangi ayda hangi günde olacağı meçhul. Dolayısıyla bu meçhûle, malûm olan güzelliklerle, feyizlerle, aşk ile yani kısacası Ramazân-ı Şerif’teki mânevî hâl içerisinde yürümeliyiz.

Tâ ki muttakîler ve ihlâs sahibi sâlihler arasına katılabilelim. Tâ ki samîmiyetimiz, istikamet kandilimiz olsun. Tâ ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbet ve şefaatini kazanabilelim. Tâ ki Cenâb-ı Hakk’ın:

“Ey itmi’nâna ermiş (itaatkâr) nefs!

Sen O’ndan, O da senden râzı olarak Rabb’ine dön!

(Sâlih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir.” (el-Fecr, 27-30)

hitabına ebediyyen mazhar olabilelim…

Yâ Rabbî! Bu âlemde en büyük müjde olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı tertemiz îman muhabbet, bağlılık ve yolunda hizmeti cümlemize nasip eyle! Ona îman etme bahtiyarlığına erişememiş mahrumlara hidâyet ihsan eyle! Hidâyet nasip ve ihsan buyurduklarına da samîmiyet, ihlâs ve takvâ hayatı bahşeyle!

Âmîn!..