Anadolu İyi ki Müslüman!

M. Ali EŞMELİ

Anadolu eğer Müslüman olmasaydı, Anadolu Türklüğü diye bir gerçek olmazdı. Bulgarların ve Macarların eridiği gibi bu koca millet de erir giderdi. Bu cennet vatan Türk yurdu değil; ya Fransız yurdu, ya İngiliz yurdu, ya da Yunan yurdu olurdu.

İnsanlık âlemi, bir ormana benzer. İçinde güzelinden çirkinine her çeşit varlık mevcuttur. Kimi bülbül gibidir, kimi gül gibi. Kimi kurt tıynetlidir, kimi domuz. Kimi tilkidir kimi öküz. Kimi bal gibidir, kimi arı, kimi de kovan, kimi de kovan hırsızı. Kimi sadakat timsalidir, kimi nankör.

Her birinin yapılarına göre ayrı ayrı yaşayış ve davranışları vardır. Bunlar temelde iki gruptur. Müspet taraftakiler ve menfî taraftakiler. Yani munisler ve vahşiler, şakıyanlar ve böğürenler, yüksekler ve alçaklar, vefâlılar ve nankörler…

Birinci gruptakiler her zaman hem kendileri için hem de etrafları için güneş misâli, ay misâli ışıklarla doludurlar, dâima rahmet saçarlar. İkinci gruptakiler ise zulmet, karanlık ve kötülüklerle doludur. Nankörlükleri ve ihânetleri bitmez. Hangi konumda olurlarsa olsunlar, tıynetlerindeki karalıkları aksettirirler. Meşhur meseldir:

Bir baba, onca terbiye ve eğitime rağmen bir türlü müspet netice alamadığı oğlunun adam olmasından artık ümidini keser. Bıkkınlık ve yılgınlık içerisinde der ki:

“–Oğlum, senden adam olmaz!”

Yıllar sonra oğlu, bir şehre vali olur. Babasına adamlar göndererek onu ayağına getirtir ve şöyle der:

“–Baba, hatırlıyor musun bana: «Adam olamazsın!» demiştin. Bak koskoca bir vali oldum.”

Gönlü yaralı baba cevabı yapıştırır:

“–Oğlum, ben sana vali olamazsın demedim ki. Adam olamazsın dedim. Evet, vali olmuşsun fakat yine de adam olamamışsın. Eğer adam olsaydın, babanı ayağına getirtmezdin. Sen gelirdin.”

Misâlde anlatılan tipler, bütün toplumların ortak problemi. Bunların yüz tane diploması bile olsa, toplamı ancak bir çöp tenekesini doldurur. En olmadık zamanlarda milleti ve vatanı; kargaşa, huzursuzluk ve bin bir dert içine sürükleyenler bunlardır. Fırsatını bulduklarında en nankör, en ahmak ve en hâince tavırlar sergilemekten çekinmezler. Güyâ cür’et gösterirler; ama ahmak cür’eti…

Zaman zaman şâhit olduğumuz üstelik mevki sahipleri tarafından yapılan tâlihsiz açıklamaları, başka türlü îzah etmek mümkün değil.

Hem bu ülkede yaşa, hem bu milletin evlâtlarının yüksek eğitim ocağının üst katındaki koltukta otur; hem de dinine ve haysiyetine tecavüz edici âdîliklerde bulun, haddini aş, nankörce kin kus!

Olur şey mi?

Bu ahmak cesareti nereden?

Her şeyden önce bu gibilerin, Müslüman-Türk milletini rencide edici tuzaklı cümleler sarf etmeleri için bu memlekette, bu millet içinde ve bizim eğitim makamlarımızda değil, başka mihraklarda, başka saflarda ve başka makamlarda olmaları gerekirdi! Çanakkale ve İstiklâl Harbi’nde bu vatan ve milletin îmanını, bayrağını elinden almak için cennet yurdumuzu işgale gelen sırtlanların arasında olmaları gerekirdi. Hele % 99.9’u Müslüman olan bir milletin evlâtlarını eğitenlerin arasında hiç değil, bu milleti nasıl yıkarız diye gece gündüz plânlar yapanların arasında olmaları gerekirdi.

Cennet vatanımızda nemâlanıp da şühedâ gövdesi olan bu mübârek topraklarda kendi dedelerinin kemikleri bile bulunmayanlar, şanlı mâzimize ve özümüze nasıl dil uzatabiliyorlar? Onlar, kendi karanlıkları içinde zift kesildikleri hâlde güneşin berraklığına havlamayı mârifet mi sanıyorlar?

Böyleleri beğenmedikleri bizlerin arasından artık çıksın ve beğenip de ait oldukları yere dönsün.

Bilsinler ki, bu millet hiçbir zaman ahmak olmadı. Zaman zaman katlanmak zorunda kalsa da ahmakları seven bir millet de olmadı. Nitekim bu şanlı milletin mübârek îmanına avcı kesilen bütün yabanî ruhlar, tarih boyu ancak kendi gölgelerinde av hâline dönmüşlerdir. Her zaman kayadan daha sert bin bir iradeye toslamışlardır.

Bunlar, adam olamadıktan sonra iyi niyete bile rucû etse, neticede yine zararlı birer tıynet demektir. Ne dostluk edilir ne de alış-veriş!

Bunlar, yaltaklandıkları ve hattâ gayet samimî bir iyi niyet taşıdıkları zaman bile doğru bir vefâ gösteremezler. Tıpkı Mesnevî’de anlatılan ayı hikâyesinde olduğu gibi.

Hazret-i Mevlânâ çok ince nüktelerle dolu bu hikâyeyi şöyle anlatır:

“Büyük bir yılan bir ayıya sarılmıştı, boğmak üzereydi. Arslan yürekli bir kişi koştu, ayının feryâdına yetişti. Onu kurtardı.

O zavallı ayı, ejderhadan kurtulunca, o mert kişiden bu lütfu, bu keremi gördüğü için Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, kendini ölümden kurtaran yiğidin peşine takıldı, artık ondan ayrılmadı.

Derken o genç bir gün hastalanıp yattı. Ayı da gönül bağladığı kurtarıcısını bırakıp gitmedi. Onu beklemeye başladı.

Birisi, hastanın baş uçunda ayıyı görünce sordu:

«–Kardeşim bu ne hâl? Bu ayı ile senin ne işin var?»

Hasta genç, durumu anlattı. Adam dedi ki:

«–Ey ahmak kişi! Ayıya gönül verme, ona bu kadar güvenme! Çünkü ahmağın dostluğu, düşmanlıktan beterdir. Onu yanından uzaklaştırman gerek.»

Hasta genç, söylenene itiraz etti:

«–Hissî konuşuyorsun. Sen ayıya değil, onun bana olan bağlılığına, sevgisine bak.»

Öğütçü açıklamaya çalıştı:

«–Ahmakların sevgisi aldatıcıdır. Benim hasetçi olu­şum bile onun sevgisinden daha iyidir. Haydi, kalk, benimle gel, şu ayıyı yanından uzaklaştır. Bir ayıyı, kendi cinsinden olan bir insandan üstün görme.»

Hasta tersledi:

«–Ey hasetçi! Haydi, git de kendi işine bak.»

Öğütçü üzüldü:

«–Benim derdim, seni, uğrayacağın felaketten kurtarmaktı, ama basîretin yokmuş. Başına gelecek felaketi düşündükçe, yüreğim titriyor.

Bilesin ki bu gönlüm boş yere titremiyor. İçime gelen bu korku, Allah’ın verdiği bir nûrdur. Çünkü ben Allah’ın nûru ile bakıp gören bir mü’minim. Gel ne olur şu ateş tapınağı gibi olan ayıdan kaç ki, onun ateşi tehlikesine yanmayasın.»

Öğütçü çırpınadursun, söyledikleri, karşısındakinin kulağına bile girmedi. Öğütçü hastanın elini tuttu, hasta elini çekti. Çaresiz kalan öğütçü nihayet:

«–Sen akıllı bir dost değilsin, o hâlde sana elvedâ!» dedi.

Hasta yine sert cevap verdi:

«–Git! Beni de sakın düşünme, ey boşboğaz adam! Bana irfan ve mârifetten de bahsetme! Hem görmüyor musun ki uykum geldi…»

Öğütçü son kez îkaz etti:

«–Kendi cinsinden bir dosta uy. Ancak akıllı birinin koruması altında, gönül sahibi bir dostun yanında uyu!»

Hasta adam öğütçünün ısrarından ötürü kızdı. Ondan yüz çevirdi. Kendi kendine dedi ki: ‘Bu adam gâliba bana kasdetmeye gelmiş bir katil, yahut benden bir şeyler uman bir dilenci, yahut bir serseridir. Yahut beni bu ayı ile korkutmak için arkadaşları ile bahse girişmiş bir kimsedir.’

İçinin kötülüğünden, karakterinin bozuk oluşundan dolayı hastanın hatırına iyi bir şey gelmedi. Bütün düşüncesi ve bütün iyi zannı, tamamıyla ayıya idi. Sanki ayı ile aynı cinstendi.

Böylece o kendisine yol gösteren akıllı bir adama karşı yüzlerce kötü söz sarf etti. Onu suçladı da ayıyı sevgi ve merhamet sahibi bir dost bildi. O iyi niyetli nasihatçi de sonunda ondan ümidini kesti ve içinden: ‘Öğüt vermemden ötürü, gönlündeki kötü hayaller ve vehimler büsbütün arttı. O hâlde artık senin işin Allah’a kaldı, ne yaparsan yap! Bundan sonra öğüt kapısı kapandı. «Artık onlardan yüz çevir!» (Secde 30) âyetinin emri yerine geldi.’ diyerek adamı bırakıp gitti.

Nihayet hasta adam uyudu. Ayı da onun yüzüne konan sinekleri kovalamakta idi. Sinekler kaçıyor, sonra inadına yine geliyor, kalktıkları yere konuyorlardı.

Hele sineğin biri pek inatçı idi. Ayı, uyuyan efendisinin yüzünden o sineği bir kaç defa kovdu. Fakat sinek yine kalktığı yere gelip konmada idi.

Sonunda ayı sineğe fena hâlde kızdı. Hırsla dağa gitti, kocaman bir kaya aldı, getirdi. Baktı ki o sinek, yine uyuyan güyâ dostunun yüzüne konmuştu, rahatsız ediyordu. Hemen o değirmen taşı kadar kocaman kayayı kaldırdı, sineği ezmek için adamın kafasına yapıştırdı.

Kocaman kaya, uyuyan adamın yüzünü yamyassı etti.”

Hazret-i Mevlânâ, anlattığı bu kıssayı şu cümle ile tamamlar:

“Ahmağın sevgisi, tıpkı ayının sevgisidir. Onun kini sevgidir; sevgisi de kin…”

Çünkü ayının en parlak fikri bile ahmaklıktan başka bir şey değildir. Ahmaklık, ayıya leziz bir bal gibi gelir. En çirkin davranış bile en güzel bir câzibe kesilir. Bu durumda herkes, kendini neyin cezp ettiğini iyi anladığı gün, hangi noktada olduğunu da doğru tespit etmiş olur. Yoksa insanlığı katliamlarla boğanlar, demokrasi iyiliği yaptıklarını zannetmeye devam ederler. Hayatî tehlikeleri görmeyip de ayılardan yana çıkanlar, kayıp vermeye devam ederler.

En doğru adım, ahmaktan kurtulmaktır. Tıpkı Hazret-i İsa gibi. O yüce peygamber, bir gün o kadar hızlı koşmaktaydı ki, ardından yetişmek mümkün değildi. Merak eden biri peşine takıldı. Hazret-i İsa durduğunda adam şaşkınlık içerisinde sebebini sordu. Aldığı cevap şuydu

“–Ahmaktan kaçıyorum! Çünkü ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Benim nefesim ölüleri bile diriltti, ancak ahmağa kâr etmedi. Unutma ki ahmak kimse, zekâdan ibaret olsa bile, mademki onda hayır ile şerri, hak ile batılı ayırt ediş vasfı yoktur, o bir ah­maktır. İşte bu sebeple onun zararı bana erişmesin diye ahmaktan kaçıyorum…”

Hazret-i İsa böylece ahmaktan her zaman kaçtı. Bütün peygamberler de ahmaklardan yaka silkmişlerdir. Koca Nuh tufanı ahmakların uyuzluğu yüzünden bütün dünyayı suya garketmiştir. Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Bir uyuz, yüz kişiyi uyuz eder; hele hele şu beğenilmeyen pis ahmak­lık uyuzu olursa… Onun şomluğu yüzünden, bulut yağmur yağdırmaz; onun baykuş gibi uğursuz oluşundan, bir şehir harap olur!”

“Ahmaklık eğer bir şekle bürünüp meydana çıksa, gecenin karanlığı onun yanında gündüz gibi apaydın kalırdı. Çünkü ahmaklık; geceden daha karadır, geceden de karanlıktır! Fakat böyle olduğu hâlde ışıktan rahatsız olan kötü huylu yarasa, tutar karan­lığı satın alır!”

Ahmaklık aslında bu söylenenlerden daha da kötü bir durumdur.

Çünkü ahmakta, bütün güzellikler dumûra uğramış vaziyettedir. Onda bütün kötülüklerin ismi iyilik paketinde durur, neticede kimse onu kötülükten vazgeçiremez.

Hâl böyle olunca ahmak, ömür boyu egzoz dumanı ile gül kokusunu ayırt edemez. Onun akıl yırtığını hiçbir terzi dikemez. Onun idrak lekesini, hiçbir deterjan temizleyemez.

Yine Mevlânâ der ki:

“Hayvanlıkta kalmış insanın hakikat kılavuzu olan istidadı gittikten son­ra, o insan hangi gıdayı yerse yesin, o gıda eşek beyni olur ve onu ser­sem yapar.”

“Üstelik zihne açıklık ve uyanıklık veren «belâdür» isimli ilâç bile afyon yerine geçer, onun kalp illetini ve akılsızlığını artırır.”

Hâsılı akılsız ve ahmakça yaşayanlara binlerce yazık, milyonla yazık!

İçinde bulundukları yazık denilen hâllerini göremedikleri müddetçe de tekrar tekrar yazık!

Allah’ın yarattığı beden ve ruh ile Allah’ın mülkünde O’na isyan edenlere yazık!

Şerefli mâzisini beğenmeyenlere yazık!

Geleceğini mahvedenlere yazık!

İçimizde yaşayıp da dışımızdakiler gibi olanlara yazık!

Şehitlerimizin rûhlarını incitenlere yazık!

Evlâd-ı fâtihânı bozmaya çalışanlara yazık!

Doğruları çarpıtarak yanlışların arasında boğulanlara yazık!

Bu memleket ve milletin ekmeğini yiyip de nankörlük edenlere yazık!

Hem de çok yazık!

Bir de;

“Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı.” diyenlere yazık!

Oysa bin yıllık tarihimizin özü:

“İyi ki Anadolu Müslüman oldu!” gerçeğiyle anlatılabilir.

Zira Anadolu eğer Müslüman olmasaydı, Anadolu Türklüğü diye bir gerçek olmazdı. Bulgarların ve Macarların eridiği gibi bu koca millet de erir giderdi. Bu cennet vatan Türk yurdu değil; ya Fransız yurdu, ya İngiliz yurdu, ya da Yunan yurdu olurdu.

Bunu gerçekleştirmek için yedi düvel kalkıp da bu toprakları kaç kere işgale yeltenmedi mi? Aç sırtlanlar gibi üzerimize çullananları, bu topraklardan Müslüman-Türk milleti, silâhı olmasa bile îman gayreti sayesinde çıkarmadı mı?

Bütün dünya biliyor ki, Anadolu Müslüman olmasaydı, şimdi tamamen bir İngiliz, ya Fransız, ya da Yunan yurduydu…

Ama olmadı. Çünkü Anadolu Müslüman.

İyi ki Müslüman.

Ve şayet Müslüman olarak kalmazsa, Hititler’den tutun pek çok milleti bağrında yutmuş bu netâmeli, kaygan ve deprem bölgesi olan Anadolu toprakları Türk milletinin de mezarı olur. Olmasın diyorsak, Türk’ü sağlam ve ayakta tutan en kuvvetli enerji olan Müslümanlık onun bağrında istiklâl şairimiz Âkif’in:

“Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz!” dediği kudrette yer almalı ve yaşamalıdır.

Bunun için de;

Bu memlekete: “Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı.” diyen puslu ve bulanık rektörler lâzım değil.

Türk milletinin yüce kültürü, dini, vatanı ve bayrağıyla oynamayan, bilâkis bu topraklarda gücümüzün, kimliğimizin ve varlığımızın temeli olan bu değerlere sahip çıkan akıllı ve şuurlu rektörler lâzım…

Hür bir gelecek için…