ŞİİR SULTAN

Bekir Sıtkı ERDOĞAN

Denizler kirlendi, karalar kirlendi, hava kirlenmesi dedik, çâreler aradık, bulduk. Şimdi bir kültür kirlenmesi var; bunun çaresi zor. Onun için dergi çıkacak diye değil, derginizin ismine sevindim. Yüzakı Dergisi… Çok güzel, tam yerinde bir isim bulmuşsunuz. İnşallah yüzümüzün akıyla çıkalım bunun içinden. Çünkü biz Türk milleti olarak birçok şeylere yenildik, ama ayağa kalkmasını yine bildik. Anlaşıldı ki Türkler öyle kolay kolay silahla falan yenilmiyor. Şimdi bölük bölüntülerle, bilmem nelerle, kültür karışmalarıyla Türk milleti muhâsara edilmiş durumda. Bunun birazı tesâdüfî, birazı düşünerek.
Şimdi o kadar güçlü kültürü olan bir millette kültür yenilgisi yaşanıyor. Memleket bunda yenik düştü. Dolayısıyla diyorum ki; vatanımızın vatan olması için şiirimizin şiir olması lâzım. Yoksa bu vatan elimizden uçar gider.

ARUZ MESELESİ
Arûz.. Bir mûsikî ki, buram buram tütüyor. Şu sadeliğe ve derinliğe bakın:

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı?”

Lise son sınıfta ezberlediğim şu şiiri de hiç unutamıyorum. Edebiyat kitabımızda yer alan Cenap Şehâbettin’in “Senin İçin” şiiri:

Sesin işler gibi bir şûh kanat gamlarıma
Seni dinlerken olur kalbim uçan kuşlara eş
Gün batarken sanırım gölgeni bir başka güneş
Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma

Ne güzel, ne mânâlı ve mûsikî dolu değil mi? İşte aruz ve mânâ ne kadar içiçe…
Tarihte sadece Arapların ve Farsların değil, Türklerin de aruz veznine vardıklarını biliyor musunuz? Duydunuz mu? İslâmiyet’ten çok önce. Duymadınız değil mi? Nihat Sami Banarlı: “Türkler aruz veznine, İslamiyet’ten daha yüzlerce yıl önce sagularla vardılar.” diyor. Alp Er Tuña sagusuyla vardılar. Biliyorsunuz ki Tuña’daki “ñ” nazaldır. Eğer “tunga” derseniz şiir paldır küldür gidiyor. Tuña derseniz aruza oturuyor.
Sagular, anonim ağıtlardır. Prozedi denilen bir olay var. Sözü müziğe uydurmak. Melodiyle sözü birbirine öyle uyduracaksınız ki artık lüzumsuz şeyler olmayacak. Çekmeler, uzatmalar, rahat oturacak. Ağıtlar, anonim olduğu için sahibi yok, sözü değiştirebilirsiniz. Her gelen usta sözü biraz değiştirebilir. Müziğe biraz uymayan yerini biraz daha değiştirip biraz daha uydurur. Uya uya yüzlerce yıldır değiştiği için öyle bir prozedi meydana geliyor ki sözün müziğe uyması mükemmel bir hâl alıyor.
Bunun adına aruz deniyor.
Aruz nedir?
Periyodik olarak âhenkli bir şekilde hecelerin sıralanması. Aruz vezninde fazla açık hece yan yana gelmez. Aruz vezni bunun için kurulmuştur. Gelirse ne olur? Hindi ötüşü olur. Hindi sesi verir: “gu-lu gu- lu gu-lu gu-lu gu-lu” hepsi açık. En kötü öten kuş hindi kuşudur. Karga değil mi? Değil! İki defa soylu uzun heceyle “gaak-gak” der. Onun için genelde çocuklar kargaya gülmezler. Hindiye gülerler: “Bir biz ıslık çalalım; bir de sen çal bakalım; gulu gulu gulu gulu gulu…” Söyleyişi bundan kurtarmak için şiire aruz konulmuştur.
Aruz veznini Arap da, Acem de, Türk de Yunan da kullanır. Çünkü aruz vezni, dediğim gibi, hindi sesinden kurtulmak için kurulmuştur. Hece vezni bunu yapamaz. Hece vezni, belli sayı âhengiyle kulağımıza hoş sesler kazandırır. 6 + 5’ler, 4 + 4 + 3’ler, bu sesler çok tatlıdır. Bunlarda da eğer farkına varır da heceleri sadece açık seslerden bir araya getirmezseniz aruz oluvermese de çok tatlı gider. Getirirseniz şiir boğuluverir. Tadı kalmaz.
Ancak şiirde bütün mesele, aruzu da heceyi de meleke hâline getirmek. Eğer kurguyu yapıp, kafaya yerleştirirseniz, yâni otomatiğe alırsanız, şiirde sadece düşünmek kalır. Âhenk işini yüzde yüz halletmişsiniz, otomatiğe almışsınızdır. Araba kullanırken vitesle freni otomatiğe alırsanız, korkmayın gerisi kolay. En zor olanı, âhenk. Önce onu otomatiğe almalı. Halbuki cumhuriyet dönemindeki en büyük tenkit şuydu:

“Efendim, feilâtün, mefâilün fâilün… Bunların açığını kapalısını mı hesap edeceksin, yoksa şiirde duyguları mı vermeye çalışacaksın? Onu düşünüyorken ne duygu kalır ne âhenk!”
Ama meleke hâline geldikten sonra vezni düşünmüyorsun ki! Kimse çıkıp bunu onlara söylemiyor. Yahya Kemal’in şu şiirini okuyalım:

Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum;
«Yârab! Hele kalb ağrılarım dindi.» diyordum.
His var mı bu âlemde nekaahet gibi tatlı?
Gönlüm bu sevincin halecânıyla kanatlı
Bir tâze bahâr âlemi seyretti felekte.
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek’te;
Akşam… Lekesiz, sâf, iyi bir yüz gibi akşam…
Tâ karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç câm,
Sâkin koyu, şen cepheli kasrıyla Küçüksu,
Ardında vatan semtinden ormanları kuytu;
Bir neş’eli hengâmede çepçevre yamaçlar
Hep aynı tahassüsle meyillenmiş ağaçlar;
Bir lâhzada bir pancur açılmış gibi yazdan
Bir bestenin engin sesi yükseldi boğazdan.

Yahu, nasıl söylüyorum ben bunları? Ben
söylemiyorum ki! Yahya Kemal şuraya bağdaşını kurmuş oturmuş. Ben ne yapayım yâni şimdi? İşte dökülüyor. Neye dökülüyor? Formülü koymuş çünkü. Ses o formüle göre oraya konmuş, beni rahatlatmış. Zevkime, kulağa hoş gelen bir mûsikîyi yerleştirmiş. Ben de onu duyuyorum. Bir de şöyle söyleseniz:
Yazdan bir lâhzada bir pancur açılmış gibi Boğazdan bir bestenin engin sesi yükseldi.
Aynı kelimeler. Fakat zevk uçtu gitti. Güzellik ve seda kayboldu. İşte aruz ve şiir âhengiyle söylenen ile ondan uzak söylenen arasındaki fark.
Dönelim Alp Er Tuña sagusuna:

Alper Tuña öldi mü
Issız acun kaldı mu
Ödlek öcün aldı mu
Emdi yürek yırtılur

İşte “müstef’ilün fâilün, müstef’ilün fâilün” diye gidiyor.

ŞİİRDE YENİLİK

Cumhuriyet devrinin şiirini yeniliklerle doldurmak, her şeyde yenilik arandığı için bir itibar görmüş. Yeni… Yeni kelimesi itibar görmüş. İtibar gördüğü için de edebiyat hocalarımız biraz müsamahalı davranmışlar.
Bir de şu var: Türk edebiyatında önceleri roman, tiyatro, trajedi vs yok. Onlar bize, batıdan, ihtiyaç oldu, geldi. Onu al, bunu al, derken şiirde de ithale ihtiyaç var zannedildi. Yenilik kelimesinin rüzgârıyla batı şiiri edebiyatımıza girdi. Hâlbuki şiirde batıdan daha güçlüyüz. Bizim asırlardır kullandığımız aruz, çok ileri bir teknik. Hece ölçüsü de, millî zevklerimizden gelmiş bir ölçü. İnce bir teknik var orda da. Ama aruz daha ileri bir teknik. Ne Fransız o tekniğe varabilmiş, ne Alman varabilmiş, ne İsveç, ne Norveç, ne bir başkası… Hiçbir Avrupalı o ses tekniğine varmış değil. Varamadılar onlar. Bir Yunanlılar hâriç. Aruz ve hece, rûhen inceliklere sahip olan, rûhları gelişmiş topluluklarda oluşur.
Aruz eğer Endülüs’ten Fransa’ya sıçrasaydı da bize oradan gelseydi, onu aslâ bırakmazdık. Günün en gözde vezni olurdu.
Serbestin de nazma ihtiyacı var. Hem nizam, hem serbest. Olmaz mı ikisi bir arada? Olur. Belirli bir koşma şeklinde, ya da bir beşlik şeklinde veya bir dörtlük şeklinde hattâ üçlük şeklinde de şiirler yazılabilir. Ben de yaptım, yaptım ama aruzla yaptım. Hem biliyorsunuz müstezad denen bir olay da var.

NAZIM

Dîvânıma “Kültür Aşısı” diye bir dörtlük koydum. Siz onları gerçekleştirmek için meydana çıkanlardansınız bugün. Bu dergi, Yüzakı, bunu gösteriyor. Bakın ne diyorum:

Can verdi nazım kültürü; can buldu bu tez,
Artık bu hayâtî aşının sırrını sez!
Bir hasta şiir, öylesi bulmuş ki şifâ
Çağlar boyu çağdaşlığa kök saldı bu kez.

Evet, çağlar boyu çağdaşlığa nasıl kök salar? Çağlar boyu şiirimizi bilirsek. Onun inceliklerini, güzelliklerini, sesini bilirsek. İşte bu. Bir sır veriyorum, bir de şifre. Sır şuna bağlı:

Tut sırrı gönül, önce nazım hattına gir,
Sözden öze ancak o geçitten geçilir.
Söz cam gibidir, sırla döner aynaya cam,
Sırlanmasa, çağdan çağa yansır mı şiir?

Eğer özü anlatmak istiyorsak sözde kalmamak şart. Sözden öze oradan nazım hattına geçecek. Geçmezse, o sözden ne olur?
Maksadımız, Türkçemizde gümbür gümbür,
rahat bir aruz vezni… Yahya Kemal Bey’in bize sunduğu aruz… Hocamız oydu. Onda gördük biz şiiri; ben aruzun sâdeliğine onda imrendim. Fûzûlî dîvânında da okudum, parmağımı ısırdım kaldım:

Değildim ben sana mâil, sen ettin aklımı zâil,
Bana ta’n eyleyen gâfil, seni görgeç utanmaz mı?

Ne kadar güzel! Bizim dilimiz bu.

ŞİİR SULTAN

“Eski Sevda”yı okuyorum, bitiriyorum. Bu da; eski sevdâ, eski aşk, eski nazmımız, yani şiir sultanı. Üzerine yazmışım: “Şiir Sultanı”. Bugün kaybettiğimiz şiir. Ama millî zevkimizi ördüğüm şiir. Yâni nazmımızla örülen, hecesi olsun, aruzu olsun… O yüzden ben “şiir sultanı” diyorum, ama nazımdır, o benim nostaljim. Yahya Kemal Bey’in şiirlerinde hep İstanbul vardır ya… O hep vatandan uzak kalmış; onun nostaljisi hep böyle sefer şiirleri yazmaktır. Biz de şiirden uzak kaldık. Hep onun nostaljisi var benim şiirlerimde. Pek çok şiirimde o var. Şimdikinde de o var gene:

Eski Sevdâ
Bakmayın dar dilimin hâline, dildâra bakın,
Nice zâr olmaya bülbül ki şu gülzâra bakın!

Dar dil, dildâr… Akis sanatı, biliyorsunuz. Hani dildârdaki dâr, başka mânâdaki dâr. Ama burada sanki iştikak sanatı da olmuş oluyor. Önceki dar ise, Türkçe dar. Öteki de dâr olduğu için rahatça uydu. Bakmayın siz, dilimizi daralttılar. Onu kestiler; şunu çıkarttılar, bunuçıkarttılar; çocuklar neyi yazacaklar yahu? Benim
dilimde bunlar var, ama onların dilinde yok. Benim dilim dediğim onların dili, milletimizin dili. Bereket ki, şiir sultanı var da söylettiriyor bizi. Aruz var da söylettiriyor bizi. Yoksa bu dille bir şey söyleyemeyiz diyorum. Beyitte geçen bülbül de benim.

Bunca müzmin arı mızmızlığı sinmez mi bala?
Peteğinden, ramağından sızan efkâra bakın!

Ramak derler balın süzülmüş hâline. Petek nazımdır, ramak şiirdir. Bal şiirin kendisi. Ama peteğin üzerindeyse o bal, bal olur. O petek de olmazsa bir yere bal tutturamazsın. Onun üzerine o balı yaparken ne ilâhî şeyler geçiyor. Akıl ermiyor. Aruza Türkçeyi dökerken, Allah Allah, bunu ben mi söyledim, diyorum. Söylettiriyor adama.

Kim yıkar altı asırlık o nazım kal’asını,
Kendi enkâzının altındaki mîmâre bakın!
Yine sızlandı NİHÂÎ, yine sırlar sızıyor,
Siz asıl sırra değil, sızdıran esrâra bakın!

İşte nazım, sırrı sızdıran esrârdır. Eğer nazmınız olmazsa o sırrı sızdıramazsınız; içinizde kalır. Şimdi, birisi eline almış serbest nazım okuyor. Ama titriyor okurken. Ben ne söyleyeyim ona şimdi? Niye titriyor? Okuduğu şiir de onun için. Daha ne istiyorsun? Serbest nazıma şiir diyorsun. Ama asıl şiir, yazanın içinde kalıyor. Kâğıtta okuduğu onun azıcık bir şeysi. Aslında o şiiri içinde yaşıyor. Onun titremesi o. Dökülüp gelmiyor ki. Döktüğünü sanıyor. Okuduğuyla bir şeyler verdiğini sanıyor. Anlatıyor. Anlatmakla duyurmak aynı şey değil.

Anlatılanı işitmek başka, içimizde duyurmak başka. İşte şair. Başkalarının duyduğunu kendi duyuyormuş gibi iletişim aracıyla duyurur. İletişim aracı ister. Nedir? Nazımdır o. O bir sihirdir. Nazım şiirin büyüsüdür. İyi kullanılırsa kafiyesiyle, ölçüsüyle, her şeyiyle yerli yerinde kullanılırsa o nazım şiirin büyüsüdür. O büyü asıl karşıdakini büyüler, duygulandırır. Allah Allah, şiir içine işler onun! Yoksa okuyan okuyana… Hepsi şiir. Çünkü not defterine hatıra yazsa, okurken ağlar insan, yıllarca sonra. O artık şiir olmuştur. Kendi şiiri ama. O, onun kendi şiiridir. Siz ağlamazsınız, o ağlar. O bakımdan serbest nazımla yazanların hepsi şuna benzer:
Hani, şehre cambaz gelir, yer hareketleri yaparken, perende atar. Havada takla atar. Onu gören çocuklar, kafalarını yere koyup koyup takla atarlar. Taklit ederler onu. Zannederler ki perende atıyoruz. O serbest nazımla yazanlar var ya, doğaçlama yapanlar, o perende yapanın hareketini görüp takla atanlardır;
taklit yapanlardır. Kuru kuruya… Olay bu. Başka bir şey değil. A, ben onları ayıplamıyorum. Kendi şiirlerini okuyup duygulanıyorlar. Yasınlar ama dergilere basmasınlar. Kütüphanelerimiz kirleniyor.
Bir münâcaatımda diyorum ki:

Feryadıma azcık da kıvılcımlar uçuştur,
Şimşekli şiir hakkını dilden dile yâ Rab!
Her keyfini kontak yapan oynar bu akımla
Cilven ne zaman ders olacak gâfile yâ Rab!
Bir öncü kıyâmetle kıyâm etti Nihâî,
Sûr eyle bu mısrâları İsrafil’e yâ Rab!

Bir kıyamet kopsun diyorum, bir edebiyat kıyameti. Onun için dîvânım, baştan sona kadar bir dava kitabı. Kapatırken de zaten öyle diyorum. En son rubâîler konur ya. Teşekkürler yazmışım bitirirken.

Ne ömür yetti, gönül verdiğimiz sevdâya,
Ne kalem erdi, murâd ettiğimiz mânâya.
Ama ardım sıra azmetmiş ayak sesleri var,
Çok şükür hızlanıyor hizmetimiz dâvâya.

Ben bu dâvâda olanların kulu kölesi olurum.