KÖK AŞISI

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Şekspir’e gösterdiğinde aldığı cevap şu oldu:

” Dostum, siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın…”

Bu cümle, muhatap kâbiliyetli ve liyâkatli olsaydı, muhtemelen şöyle olacaktı:

” Tebrik ederim, siz yazın, hep yazın, mutlakâ yazın…”

Ancak böylesi bir tahlil, edebiyat ve şiire tamamen bîgâne, kaba bir duvarcıya düşseydi, karşısındakini yönlendireceği yerde ya bir balyoz vurup kırar, ya da iki taşın arasındaki harç gibi dondururdu.

Dolayısıyla  edebiyat  ve  şiir dünyâsınd a kabiliyetsizleri ayıklayıp  liyâkatlileri  tespit  ve inkişâf ettirmek, her zaman ayrı bir mes’ele ve ihtiyaç olmuştur. Bunun  geçerli  yolu  da,  aslında ferdî gayretlerden çok, toplu hâlde,   hattâ    milletçe,    kollarında asırları kucaklayan mevcut kökler üzerinde devam edecek bir mekteptir.

Mektep.. Doğru yaklaşım ve değerlendirmeler için gerekli olan, oldu’yu olmadı’yı gösterecek pürüzsüz güçlü ve parlak ayna… Hakîkatte teoriden ziyade fiilî olan, yâni pratikte vazîfe üstlenen köklü edebiyat ve şiir meclisleri, ortamları ve  iklimleri… Dün edebiyat ve şiir dünyâsının bütün âbide şahsiyetleri, hep bu şekilde münbit topraklarda kök aşısı almış, gövdesi ve dalları  muhkem  çınarlar  hâline böyle gelmiştir.

Burada kökten maksat, bir milletin her sahada muhtaç olduğu ve onu çağlar boyu besleyecek bir kudret ve kuvvet merkezidir. İçtir. Rûhtur. Özdür. Biz olan ölümsüz medeniyettir. Yahya Kemâl, ne güzel vurgulamış:

Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.

Belki de Türk milleti olarak tarih boyu nice sahâda asırlar süren sayısız zirvelerimizin son yıllarda, sayfalarda silinmez olsa da, onları okurken yorulan bâzı zihinlerde hayli seviye ve seciye kaybetmesinin, küçük erozyonlara bile dayanamamasının ve kayda değmez anaforlarda dahî boğulmasının temel sebebini burada aramak lâzım.

Elbette bu sebeple, yoğun bir kitlenin edebiyat ve şiir dallarıyla kök ilgisi, serçe kuşunun ağaç dalıyla ilgisi kadar da değil. Nasıl olsun? Serçe ki, ağacın dalına sadece konup uçmaz, orada sıcacık yuvalar kurar. Fakat o dallar, kimileri için, bugün, ha kupkuru çalı çırpı, ha yemyeşil cennet!

Hâl böyle olunca, zevk ve aşk ölüyor. Maalesef bir nesil, artık severek yapacakları işe göre eğitilmiyor ve eğitilmedikleri işi yapıyor. Ticaret hayatından siyaset sahasına bu böyle. Sanatta daha fazla böyle. Kolaylıklar ve rehavet  çağında olduğumuz için de insanlar, fazlasıyla ehl-i keyif:

“Kalıcı bir güzellik için sanatta müstesnâ bir çaba, derinlik, incelik, liyâkat ve kök, ayrıca disiplin lâzım!” dediniz mi, suratlar beş karış.

Onlara göre iki parmak suyu bulandırıp dipsiz bir derinlikmiş gibi gösterebilmek, kâfî bir mârifet…

Çok yazık! Böylelerinin dünyâsında enginlik ve sonsuzluk mafsalları    kesilmiş.   Yükseklere gidecek merdivenler devrilmiş. Edebiyat ve şiir anlayışlarında fecî bir güneş tutulması yaşıyorlar. Bu yüzden 21. yüzyılın fikir ve kültür feleğine çöreklenen karanlık; genç-yaşlı, işçi- patron, hoca-talebe nice beyinleri ve gönülleri, zevkleriyle birlikte kendi dünyâmızın parlak güneşinden ayırıyor. Başka dünyaların titrek mumu altında kör ediyor. Ne okuyan kalıyor, ne okunacaklar yetişiyor. Böylece edebiyat ve şiirimizin muhteşem ve tarîhî   varlığı,  gittikçe   kan    kaybediyor.   Nice sorumluları da umursamıyor.

Oysa bu kan kaybı, pek kötü ve vatan için pek tehlikeli neticeleri hâiz değil mi? Hepsini saymaya gerek yok: Edebiyat ve şiirimizin damarlarının boşalması demek, lisânımızın ölüm döşeğine yatması demektir. Bu da, güzelim Türkçenin, ona paralel olarak da Türk milletinin yok olması mânâsına gelmez mi? Gelir elbette.

Onun için diyorum ki:

Yıldızların üzerini kapatan perdeleri yeniden aralayacak gül renkli ve bülbül âhenkli târihî edebiyat ve şiir mektebi, ve ezelî kökümüzden yükselip zirvelerde güneş saltanatını kıskandıracak onurlu ve nurlu cereyanlar, en vazgeçilmez zarûretimiz…

Dünkü bahçıvanlar  bile ne kadar  zarif konuşurlar imiş. Şimdi okumuşlar var, dilleri binbir tırtıklı testere.

Bu yüzden milletimizin canı hükmündeki edebiyat ve şiir, o iki tılsım, şimdi söz sihrinin dünkü altın kâsesine ve onun şifâlı iksîrine hasret. Dünkü sevdâ toprağını ve âb-ı hayat vasıflı suyunu arıyor. Ama önce kök aşısı istiyor…

Toprakla gövde arasına, dalları ve meyveleri ebedî besleyecek ve hiç kopmayacak su ve enerji kanalları yerleştirmesini öğrenmek… Usta ellerden elif elif incelik tahsil etmek…

Ancak bu püf nokta, çıraklara hayli üf çektirir tabii ki. Hele mesele, sözün zirvesini teşkil eden şiirse… O zaman dilde daha bir terbiye ve disiplin lâzımdır. Çünkü şiir, evvelâ kendisiyle aynı kökten gelen şuur derinliğine ermeyi gerektirir. Şuursuz şiir olmaz. Edeb’siz edebiyat olamayacağı gibi. Yoksa insan, kırk yıl kalem tutar da; fakat bırakın incelik ve derinliği, neyin güzel ve neyin çirkin olduğunu dahi ayırt edemez. Dikkatsiz gazetelere, dergilere ve televizyonlara bir bakın:

Şuur ve zarâfetten mahrumiyet o kadar artmış vaziyette ki, neticede; dil, kültür, edebiyat, şiir, sanat ve bunlara bağlı nice güzellikler ve zevkler; kalınlaşmış, kalınlaşmış, kalınlaşmış ve maalesef kopmuş.

Niye? Çünkü eşyada bir şey inceldikçe koparken, insana ait özellikler kalınlaştıkça kopar. Meselâ birbirini çok seven iki kimse, zamanla duygu ve muhabbette birbirlerinden uzaklaşırlarsa ve bu uzaklık da, içlerinde kilometrelerce mesafe kalınlığı oluşturursa, artık onların gönülleri birbirinden ya kopacak ya da kopmuş demektir. Ama aralarındaki mesafe, iyice incelip de iki damarı tek damar, iki kalbi tek kalp yapan ince bir yakınlığa dönüşürse, o zaman da gönül bağları kopmayacak demektir. Bu itibarla tekrar evvelki muhteşem asırlardaki gibi edebiyat ve şiirde, kültür ve sanatta bütün kalınlıkları mâhir ustalıklarla olabildiğince inceltmek lâzım ki, dünyalar asılsa yine de kopmasın! Nedim’in dilince söyletelim:

Haddeden geçsin nezâket yâl ü bâl olsun yine!

Bu bir kök ve zirve işidir. Kök ve zirvelerde de dâima şahlar vardır. Örnekler onların güzellik işlemelerinde gizlidir. O güzelliklerin peteklerini oluşturmaksa; binlerce, yüzbinlerce güzel çiçeğin özünü alabilmekle başlar. Yoksa Rûhî-i Bağdâdî’nin

dediği gibi:

Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayın der
Dün mektebe vardı bugün üstâd olayın der

tavrı, kimseyi şerefli ve kıymetli bir mevkie yükseltmez.

Hele işin fırınına hiç girmeden ve yanmaya başlamadan pişmek mümkün değildir. Şimdiki bakışlar, televole kültürü yüzünden sadece seyretmeyi yeğliyor. Ama edebiyat ve şiir denen kıymetli cevherler, seyretmekle elde edilmez. Tabir biraz sert düşebilir ya, sadece seyretmekle olsaydı, kediler kasap olurdu. Keyfiyetli hüner lâzım.

Hüner de yetmez. Onun yüz katı kadar da ter lâzım. Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi bu, çileli ve kan terletici bir yol. Kimbilir, bu sebepten dolayı, güzel ve mükemmel olanı yapmanın zorluğunda sultan olamayanlar, yıkmanın kolaylığında köle oluyorlar. Tabi onların ışıkları da, kendileri gibi saman alevi. Ortaya çıkan bünyeleri; tatbikatta köksüz ve öksüz… Edebiyat ve şiir anlayışlarında doğumları gündelik, yaşayışları günlük…

Bu fânîlik, yüksek şiire, usta ve üstat şâirimiz Bekir Sıtkı Erdoğan’ın ifadesiyle “şiir sultan”a uymaz! Şiir sultan, Yûnus ve Fuzûlî meşrep ister.

Maalesef zamanla bu iki dev şahsiyetin dağarcığındaki pek çok güzelim kelimeyi öldürdüler. Fakat o iki âbide hâlâ yaşıyor. Şiirleri de, bugün herkesçe anlaşılmayan kelimelerine rağmen dipdiri. Niçin? Bunun cevabı, Yûnusların ve Fuzûlîlerin güçlü kökünden ve toprağından dün yeşeren, bugün yeşermekte olan ve yarın da yeşerecek filiz ve tomurcukların güzellik köklerinde gizlidir. Yüzakı bahçesi de işte bu sırra hizmet için târihî köklere yönelen bir bâğ-ı İrem namzedidir. Zîrâ:

Yaprak ve dallar; her zaman, kopma ve kırılma, kuruma ve kesilme gibi ihtimaller dolayısıyla kalıcı değildirler. Her an rastgele bir rüzgâr onları darmadağın edebilir. Ancak sadece güçlü kökler, başkadır. Onlar, gövdesini bile kesseniz, yine gür filizlerle muhkem bir doğuş ve gelişme kaydeder; hattâ bir değil birkaç gövde birden de büyütebilir.

Merhum Âkif’in söyleyişiyle:

İki üç balta ayırmaz bizi mâzîmizden,
Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,
Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne yazar?
O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,
Yükselir, fışkırıp âfâk-ı perîşânımıza;
Yine bin vâha serer kavrulan îmânımıza…