Herkesin Dileği; İSTİKBÂLİ KAZANMAK
B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
İnsana bir lütuf olarak yaratılan ve ömür için bir ölçü olan zaman akıp gidiyor. Bütün varlıklar; fânî olmaları hasebiyle, bir devre mülk mahiyetinde olan dünyada, kendilerine biçilen ömrü tamamlayıp, yerlerini nesillerine bırakıp tekrar toprağa dönüyorlar. Diğer canlılar için, memur oldukları çerçevede tezâhür eden bu vetîre; sadece insan için şuurlu bir ameliye olup, hikmetine binâen bir imtihan hususiyetinde cereyan etmektedir. Bu mes’ûliyet îcâbı, insan hem kendisi için saâdet hem de yerini bırakacağı nesiller için istikbâli kazanmak dileğindedir.
İnsan, Cenâb-ı Hakk’a itaat hususunda «Ezel Bezmi»nde verdiği söze rağmen; tabiatı îcâbı, bütün ilâhî îkazlara rağmen çeşitli sâiklerle bu mükellefiyetin hâricine çıkabilmektedir. Bu cümleden olarak; insan cüz’î iradesini kullanarak; «âlâ-yı ılliyyîn» (en üst tabaka, makam) ile; «esfel-i sâfilîn» (aşağıların aşağısı) arasında bir mevki tutma tercihine sahiptir. Allah Teâlâ; sonsuz rahmeti mûcibince, kullarının hem dünya hem de âhiret saâdeti için her türlü imkân ve istîdâdı ihsan buyurmuştur. Bu cümleden olarak; İslâm fıtratı üzere yaratılan ve fevkalâde yüksek meziyetlerle teçhiz edilen insana, hem doğru istikameti beyan buyuran kitaplar indirilmiş hem de her kavme ilâhî emirleri bizzat tâlim ve terbiye eden ilâhî elçiler lutfedilmiştir.
Tefekkür ve şuur; insanın kendisine lutfedilen bütün nimetlerden gafil kalarak «nefis» denilen yanıltıcı kuvvete râm olup, sonu ebedî saâdet olan doğru istikametten şaşmaması için ihsan buyurulan en değerli hassalardandır. Nitekim, takrîben yedi yüz kere aklın kullanılması, tefekkür edilmesi îkaz buyurulan Kur’ân-ı Kerim’de;
“İnsanoğlu, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâme, 36) beyânı ile, insana bu mükellefiyeti hatırlatılır.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- nefsin kuvvetini şöyle ifade ediyor:
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Yûsuf, 53)
İnsanı nefsin bu iğvâsından; ancak îman kuvveti ile ortaya konan iradenin, rûhâniyeti diriltici hâkimiyeti kurtarabilir.
Herkesin dileği, saâdete ulaşma çerçevesinde istikbâli kazanmaktır. Ancak bu istikbal ve saâdet mefhumlarının keyfiyetleri, farklı muhtevâlarda anlaşılabiliyor. Bu, bazıları için bugün ve yarın gibi ömürle sınırlı olabildiği gibi; bazıları için de ebediyet gibi ömrü aşan ufuklar ötesi derinliğe sahiptir. Bunun doğru olarak tesbitinde, saâdet mefhumunun keyfiyeti önemlidir. Prof. Dr. Nevzat TARHAN; «saâdetin dış sebeplere veya iç sebeplere bağlı olduğunu» belirterek; «dünyevî nimetlere sahip olmakla ulaşılan saâdetin kalıcı olmadığını; iç sebeplere bağlı, nefsin belli mertebelerinden sonra, kendini tanıyıp Hak’tan gelene râzı olarak kazanılan saâdetin ebedî saâdet olduğunu» ifade ediyor. Nefsin «ben»liği körükleyeceği hiçbir vaziyette asla sarsılmayan îman âbidesi olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Mekke’nin fethinde, muzaffer bir kumandan olarak şehre girerken, devesinin üzerinde, secde vaziyetinde;
“Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyurarak, vaktiyle kendisine her türlü zulmü revâ görenler için umûmî af ilân ediyordu. Bu hareket tarzı; «istikbal» mefhumunda, doğru hedefin tayini için sahip olunması gereken ufkun derinliğine bir işarettir. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulan;
“Ey insanoğlu! Seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen, mütenasip kılan, istediği şekilde seni terkîb eden, çok cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6) ifadesi, yanlış kabuller için de ilâhî bir îkazdır.
Okulların tatile girme vaktinin yaklaştığı bu günlerde; bazı sınıflarda, talebeler bir sonraki sınıf veya okullar için fevkalâde yorucu ve külfetli imtihanlara hazırlanmaktadırlar. Bu tercihlere etki eden âmiller; umumiyet itibarıyla iş bulması kolay olan, yüksek gelirli, rağbet gören, itibarı yüksek, rahat çalışma vasatları… gibi insanın yaratılış hikmetini kaāle almayan, ona fazîlet kazandıracak ulvî değerleri yansıtmayan kabullerdir. Hâlbuki, ebedî hayat yanında, bir hiç mesâbesinde kalan dünya hayatından ötesini görememek veya umursamamak, kâinâtın kendisine musahhar kılındığı insanı bi-hakkın bilmemektir, tanımamaktır ve kendini heder etmekten başka bir mânâya da gelmez. Bu; bir taraftan asırlardır insanın; «dünyaya; nereden, niçin geldiği», «nereye, niçin gittiği», gibi iki cihan saâdetini kazanma vetîresini anlatan belki binlerce âlim ve bu mevzuda yazılmış yüz binlerce esere hürmetsizlik ve değerini bilmemek; bir taraftan da, bütün gerçekler bir bir ortaya konmuşken, ondan faydalanmayıp, yanlış kararlarla ebedî saâdetten mahrum kalmaktır.
Ebedî saâdete yönelik hayat tarzı hususunda, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Herkes, yarın için, önceden neler gönderdiğine dikkat etsin.” (el-Haşr, 18)
Âhiret yanında dünya hayatı bir hiç mesâbesinde olmakla beraber; onun kazanılabilmesi için de zarûrî olan budur.
«Kelâm-ı kibar»da;
“Dünya, âhiretin tarlasıdır.” buyurularak buna işaret edilir.
Nitekim, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, nefsini duygularına tâbî kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup durandır (bunu yeterli görendir).” (Tirmizî, Kıyâmet, 25) buyurur.
Ancak bu husustaki azim ve gayretleri, dünyayı terk etmek tarzında anlama vehminin yersizliği, Kur’ân-ı Kerim’de;
“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet; ama dünyadan da nasibini unutma. Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et…” (el-Kasas, 77) ifadesiyle ortaya konur.
İnsanın gayesi olması gereken iki cihan saâdetini kazanmak hususundaki ölçüyü, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle ifade buyurur:
“Allah niyeti âhiret olana dünyayı verir, ama niyeti dünya olana âhireti vermez.” (Câmiu’s-sağîr, 1917)
Bu cümleden olarak;
Esas hayatın âhiret olduğuna inanarak, dünya tarlasını âhirette hasat edecek şekilde usûlünce ekmek îcap eder. Böylece ufuklar ötesini nazar-ı itibara alarak tutulan hayat tarzı, insana hem dünya hem de âhiret saâdetini kazandırır. Aksi takdirde; ufku kapatıp, istikbal vehmiyle bir hiç mesâbesindeki dünya hayatını esas alarak bencillik çerçevesinde sarf edilen gayretler, insanı hüsranlara dûçâr kılabilir.
İlk ve orta öğretimin mecburî olduğu ülkemizde sistemin de; ferde, ufuklar ötesini görüp, buna göre hazırlık yapma basîret, dirayet ve ferâsetini kazandırması îcap eder. Prof. Dr. Nevzat TARHAN’ın tesbitine göre;
“Eğitim sistemimizde ilim var, fakat irfan yok. İnsan nesne hakkında bilgi sahibi oluyor, fakat hakikatini bilemiyor; bir adım daha atıp Yaratan’ı bulamıyor. Bu cümleden olarak, kendisini de bilemiyor…”
Bir doktor; insan anatomisini, fizyolojisini incelediği hâlde, onu yaratan kudretten bî-haber kalıyor; onu tanıyamıyor, tevdî buyurulan ulvî vazifeye vâkıf olamıyor. Mühendis; kâinattaki fizik ve kimya kanunlarını araştırdığı, pek çoğunu da öğrendiği hâlde, hikmetini çözemiyor, irfâna ulaşamıyor. Neticede, Kur’ân-ı Kerim’de;
“Kitap yüklü merkep…” (el-Cum‘a, 5) benzetmesiyle işaret buyurulan hazin âkıbetle, dünyanın âlâyişlerine aldanarak, ilmiyle âmil olamayıp, hüsranlarla heder olup gidebiliyor.
Prof. Dr. Doğan CÜCELOĞLU’nun;
“Amerika’da tahsili olmayan kişi ile beraber olmaktan endişe ederim; bizde de tahsilli olandan.” sözü, eğitim sistemimizdeki «değerler şuuru» eksikliğine işarettir.
“Yüksek tahsilini tamamlayıp memleketine dönmek arzusunda olan Sâmi Efendi -kuddise sirruhû-’ya, karşılaştığı bir Allah dostu;
«Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil. Sana kişiyi, iki cihan saâdetine götürecek esas tahsili tavsiye edeyim…»* diyerek, ona ufuklar ötesini, uhrevî tahsili işaret eder.”
Câfer-i Sâdık Hazretleri;
“Allah dünyaya şöyle vahyetti: «Ey dünya! Bana hizmet edene (Hak yolunda gayret gösterene) sen de hizmet et. (İhtirasına mağlûp olup) sana hizmet edeni ise, kendi işlerinde yor ve yıprat onları.»” buyurur.
İnsanın gayreti «istikbâli kazanmak» içindir; ancak, aklın yolu odur ki, sadece dünyayı değil istikbâli ufuklar ötesinde görerek, hem dünya hem âhiret kazanılabilsin.
____________________________________
* Osman Nûri TOPBAŞ, Altın Silsile, Altınoluk Yay., 14, İst. 2012, s. 509.