RAMAZÂN-I ŞERÎFİ İDRAK ve İHYÂ

Osman Nûri TOPBAŞ

 

 

DÜNYA ve ÂHİRET

 

Hikâye edilir ki; 

 

Bağdat kadılarından biri maiyyeti ile birlikte külhanların bulunduğu sokaktan geçiyordu. Bu esnada onları gören üstü başı kir-pas içinde, hırpânî kılıklı, sanki cehennem zebânîlerini andıran yahudi bir külhancı önlerine geçti. Kadıyı taşıyan bineğin yularına yapışarak şöyle dedi:

 

“–Ey kadı! Sizin Peygamberinizin söylediği; 

 

«Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.» (Müslim, Zühd, 1) sözünün mânâsı nedir? Görmüyor musun sen bir mü’min, bir Muhammedî olduğun hâlde dünya senin için cennettir.

 

Benim için ise bir hapishâne mesâbesindedir. Ben bir yahudiyim, bir kâfirim. Oysa Peygamberiniz bunun aksi olacağını haber veriyor! (Bunu nasıl îzâh edersin?)”

 

Kadı, bu suâle şu cevabı verdi: 

 

“–Şu anda benim içinde bulunduğum geçici nimetler ve bu ihtişamlı hayat, bana cennette va‘dedilen ebedî mükâfâta nisbetle, bir zindan hayatı gibidir. 

 

Senin şu anda içinde bulunduğun durum ise, cehennemde uğratılacağın azâba göre cennet mesâbesindedir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, el-En‘âm, 32)

 

Cenâb-ı Hak buyurur:

 

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. 

 

Müttakî olanlar için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. 

 

Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (el-En‘âm, 32)

 

Hakikaten;

 

Dünya; imtihan îcâbı, meşgul edici bir telâşe yurdudur. Bu sebeple, insanlar; beşerî işler için bile, dünya telâşesine bir ara vermek ve ehemmiyet verdikleri hususlara teksîf olabilmek için, çeşitli programlar tertip ederler.

 

Ticaret erbâbı; fuarlar, seminerler veya kurslar düzenler. Bunun için bazen bir eğitim binasına kapanır, bazen bir beldeye yolculuk ederler.

 

Sporcular; mühim karşılaşmalardan önce, ekseriyâ insanlardan uzak tabiî bir muhitte kampa girerler. Bütün günlük hayatları, yeme-içmeleri, uyku ve çalışma saatleri dakik bir şekilde tanzim edilir. 

 

Talebeler; büyük imtihanların öncesinde, hayatlarını disiplin altına alacak husûsî programlar hazırlarlar. Dâimâ hazırlanan günlük cetvele riâyet noktasında kendilerini sıkıştırırlar.

 

Hepsinin ortak noktası; meşgul edici, oyalayıcı ve vakit öldürücü meşgalelerden vazgeçmek ve esas maksat ne ise ona tam mânâsıyla teksîf olmaktır. 

 

Dünyevî maksatlar için dahî vakit ayırmak, günlük oyalayıcı meşgalelerden fedâkârlık etmek ve teksîf olmak gerekiyorsa; ebedî hayatımız için böyle vakitlerin ne kadar ehemmiyetli ve lüzumlu olduğunu idrâk etmek îcâb eder. 

 

Cenâb-ı Hak; rahmet ve lutfunun eseri olarak, her yıl bize fânî dünya alâkalarından uzaklaşabileceğimiz bir mâneviyat baharı, bir ibâdet ve rûhâniyet mevsimi ve bir Kur’ân iklimi olarak Ramazân-ı şerîfi hediye ediyor. 

 

Ne mutlu bu güzîde mevsimi en güzel şekilde idrâk edebilene!.. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Receb ayının girmesinden itibaren, Ramazân-ı şerîfe kavuşma duâsına devam ederdi. Bu duâ; mübârek mevsime mânevî bir hazırlık ve onu hatırda canlı tutma gayesine mâtuf olmalıdır. 

 

Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözleri de, bu şuurun ifadesidir:

 

“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)

 

Böylece;

 

Ömür; bir önceki Ramazan’dan bir sonraki Ramazân’a, ibâdet ve güzel ahlâkta terakkî ede ede bereketlendirilmekte, senenin kalbi ve nabzı bu mübârek mevsim etrafında atmış olmaktadır. 

 

Ramazân-ı şerîfin kıymetini bu şekilde idrâk etmemiz ve onun ihyâsı için keyfiyetli bir gayret ortaya koymamız lâzımdır. 

 

KEYFİYETLİ EDÂ

 

Ramazân-ı şerîfin keyfiyetli bir şekilde ihyâsı için yapabileceğimiz hazırlık ve gayretleri tâdâd etmeye çalışalım:

 

Ramazân-ı şerif, evvelâ bir oruç mevsimidir. 

 

Oruç, nefis terbiyesidir. Sabır tâlimidir. Nefsin isteklerini sınırlamayı öğrenmektir. Helâl ve mubahlardan dahî bir müddet Allah rızâsı için uzak kalabilmek, yani nefsin arzularına karşı riyâzat hâlinde yaşayabilmektir. 

 

Açlık, mâneviyâtın ve rûhâniyetin anahtarıdır. Oburluk ise uykuyu artırır, kalbi hantallaştırır. 

 

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

 

“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, sana gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.”

 

Orucun zâhiri; fecirden güneşin batışına kadar, ağzımızdan yiyecek ve içecek girmemesine dikkat etmek iken; 

 

Orucun bâtını; 

 

Ağzımızdan günah, yanlış ve lüzumsuz bir sözün çıkmamasına da riâyet edebilmektir. 

 

Kulağımızın bu nevi sözleri hiç işitmemesidir. 

 

Gözümüzün şeytânî vitrinlere kaymamasıdır. 

 

Bilâkis;

 

Gözümüzün Kur’ân’la hemhâl olması, 

 

Kulağımızın ancak hayrı ve faydalı sözleri işitmesi, 

 

Dilimizin; «Ya hayır söyle yahut sus!» (Bkz. Müslim, Îmân, 77) tâlimâtına ittibâ etmesi,

 

Gönlümüzün, zikrullah ile huzura ermiş bir hassâsiyet içinde, hamd ve şükür ile dolmasıdır. 

 

Velhâsıl kalbimizin vahiyle buluşmasıdır.

 

Orucun bâtınına riâyet edilmezse âkıbet şu hadîs-i şerifte îkaz buyurulduğu üzere olacaktır:

 

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse; Allah, o kimsenin yemesini-içmesini bırakmasına kıymet vermez.” (Buhârî, Savm, 8; Edeb, 51)

 

Zâhir ve bâtını ile tutulan bir oruç bereketiyle; 

 

Kul, Allâh’ın nimetlerine muhtaçlığını idrâk eder ve şükrünü ziyadeleştirir.

 

Yarım günlük mahrumiyet sayesinde, o nimetlerden fakirlik, hastalık, savaş ve benzeri zarûretler sebebiyle mahrum olan kardeşlerinin hâlini idrâk eder, infâkını ve îsârını artırır. 

 

Ramazân-ı şerif, bir kardeşlik mevsimidir. 

 

Oruçta kardeşlik duyguları güçlendirilmeli, öfke ve münakaşa terk edilmelidir. 

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

 

“Oruç kalkandır. Sizden biri oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şayet biri kendisine söver ya da çatarsa; 

 

«–Ben oruçluyum.» desin.” (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

 

Kardeşliği zehirleyen gıybet ve benzeri günahları bu Ramazan’da tamamen terk edelim. 

 

Ramazân-ı şerif vesilesiyle, kardeşlerimizle helâlleşelim. Üzerimizde kalan bir hak varsa mutlaka sahibine verelim, ödeyelim. 

 

Unutmayalım ki;

 

Ramazân-ı şerîfi ihyâ, hac, umre, şehidlik ve benzeri müjdelerdeki afv-ı ilâhî, Allâh’ın kulu üzerindeki haklar ile alâkalıdır. Kul hakları bunların dışındadır. 

 

Vefat gibi sebeplerle helâlleşmek imkânsız hâle gelmişse; üzerimizde hakkı olanlar adına bol bol tasaddukta bulunalım, Cenâb-ı Hakk’a yanık yanık istiğfâr edelim. 

 

Ramazân-ı şerifte seher vakitlerinde, mazlum kardeşlerimiz için ellerimizi dergâh-ı ilâhîye açarak gönülden duâlar edelim. 

 

Ramazân-ı şerif, bir namaz mevsimidir. 

 

Bu mübârek mevsimde, beş vakit namazı cemaatle edâ etme husûsuna büyük titizlik göstermek lâzımdır. Henüz bu hususta istikrarlı bir devamlılığı temin edememiş olanlar, bu Ramazân’ı hayırlı bir başlangıç fırsatı bilip bir daha cemaati terk etmemeye azmetmelidirler. 

 

Ramazan’da namazlarımızı, daha bir huşû ile edâ etme gayreti göstermeliyiz. Vecd içinde, kalp ve beden âhengi içinde îfâ edilen bir namaz, kulun mîrâcıdır, Cenâb-ı Hak ile mülâkattır. 

 

Ramazân-ı şerîfin gecelerinde 20 rekâtlık terâvih namazı da pek kıymetli bir sünnet-i seniyyedir. Ancak bu namazı huşû ve huzur içinde kılmak lâzımdır. Alelacele, hakkını vermeyen bir okuyuşla ve tâdîl-i erkâna riâyet etmeden kılınması, ibâdetin rûhâniyetine asla muvâfık değildir. 

 

Ramazân-ı şerifte sahur yemeği için seher vakti kalkılır. Sahura kalkmayı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- husûsen tavsiye buyurmuştur. Bu kalkışta, teheccüd namazını da ihmâl etmemeli ve seherleri istiğfar, salât ü selâm, zikrullah ve Kur’ân tilâveti ile ihyâ gayretini bütün seneye yaymalıdır. Virdi olanların evrad ve ezkârını da ihmâl etmemeleri zarurîdir.

 

Feyiz ve rûhâniyetin sağanak sağanak yağdığı bu ayda; secdelerle Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma gayretini artıralım, namazlarımızı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in namazına benzetmeye çalışalım. Zira -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

 

“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın!..” (Buhârî, Ezân, 18)

 

“Namazını, (dünyaya) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

 

Ramazân-ı şerif, bir Kur’ân mevsimidir. 

 

Ramazân-ı şerîfe kıymetini veren husus, onda Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olmasıdır. Bu şerefli ayda, Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hazret-i Cebrâil ile Kur’ân-ı Kerîm’i mukabele ederlerdi. Yani birbirlerine Kur’ân okur ve dinlerlerdi. Arza adı da verilen bu tatbikatı, Rasûlullah Efendimiz’in dünya hayatındaki son Ramazân’ında iki kez gerçekleştirdiler. 

 

Mukabele ve hatimleri vecd içinde edâ etmek lâzımdır. Kur’ân bilgimizi bu vesileyle artırmak, ezberlerimizi çoğaltmak ve tekrarlamak en hayırlı ve ecirli faaliyetler olacaktır. 

 

Hayatımızı Kur’ân-ı Kerim muhtevâsı içinde yaşamamız lâzımdır. Âyet-i kerîmede, ümmet-i Muhammed’in, Kur’ân’a vâris kılınmasından bahsedilmekte ve onların en bahtiyar zümresinin; «Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışanlar» olduğu bildirilmektedir. (Bkz. Fâtır, 32)

 

Hedefimiz, bu âyetin muhtevâsından hisse alabilmek olmalıdır.

 

Ramazân-ı şerîfin hiçbir dakikasını, mâlâyânî uğraşlara harcamamak; cep telefonu, bilgisayar ve televizyon ekranları karşısında gereksiz ve lüzumsuz vakit öldürmemek elzemdir. Ramazân’a hazırlık, onu idrak ve ihyâ için, bu mübârek mevsim gelmeden bu hususta ferdî ve ailevî kararlar almak ve ciddiyetle tatbik etmek îcâb eder. 

 

Evlâtlarımızın mâneviyâtını takviye etmek ve ibâdet hayatını tanzim etmek için Ramazân-ı şerif ne büyük bir fırsattır!

 

Oruç tutamayacak yaştaki evlâtlara; «tekne orucu» adı verilen kısmî oruçlar tutturularak, hediyeler verilmeli, onların, orucun feyiz ve bereketiyle severek tanışmaları sağlanmalıdır. 

 

On yaşından itibaren evlâtlarımızın namaz ve oruç ibâdetini güzelce edâ edebilmelerinin üzerinde muhabbetle durulmalıdır. 

 

Namaz ibâdetinin olmazsa olmaz şartı olan, evlâtlarımızın Kur’ân eğitimini asla ihmâl etmemek lâzımdır. 

 

Zaman zaman onları tarihî camilerimize, sahâbe ve Hak dostlarının türbelerine götürmeli, o büyük şahsiyetleri anlatmalı ve oradaki rûhânî havayı teneffüs etmelerine ihtimam göstermelidir. 

 

Bugün anne-babalar, evlâtlarının fânî istikbâline daha fazla ehemmiyet vermeye çalışıyorlar. Lâkin şunu mutlaka sormalıyız:

 

Evlâtlarımızın dünyasına ne kadar ehemmiyet veriyoruz, âhiretine ne kadar ehemmiyet veriyoruz? 

 

Evlâtlârımızın Kur’ân eğitimine göstereceğimiz ihtimam, Cenâb-ı Hakk’a ve Allah Rasûlü’ne olan muhabbetimizin göstergesidir. 

 

Uhrevî tahsil husûsunda şu bozuk telkinlere karşı dikkatli olmak lâzımdır:

 

“–Allah, Ğafûr’dur, Rahîm’dir. Yani son derecede bağışlayıcı
ve merhametlidir. Nasıl olsa
affeder.”

 

Buna cevaben idrâk etmeliyiz ki;

 

Cenâb-ı Hak elbette bu sıfatlara sahiptir. Ancak unutmamalıdır, Rabbimiz; 

 

Kıyâmetin dehşeti, 

 

Âhiret hesabının zorluğu ve 

 

Cehennem azâbının korkunçluğu hususlarında bizleri birçok âyet-i kerîmeyle îkaz buyurmuştur. 

 

Yine ihtar buyurmuştur:

 

“…Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Lokmân, 33)

 

Cenâb-ı Hakk’ın; «Rahmân», «Rahîm», «Tevvâb» ve benzeri cemâlî sıfatlarından hisse alabilmek için; 

 

Şeytanın şerrinden Allâh’a sığınmak, 

 

Nefsânî duyguları bertaraf etmek,

 

Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına titizlikle riâyet ederek, istikamet içinde takvâlı bir kulluk yaşamak lâzımdır. 

 

Bir başka şeytânî vesvese;

 

“–Nasıl olsa bir Ramazan daha gelir!” diyerek Ramazân-ı şerîfe gereken hassâsiyeti göstermemek ve ihmalkâr davranmaktır. 

 

Bu ne büyük bir gaflettir!

 

Tefekkür edelim:

 

Geçen sene Ramazân-ı şerifte aramızda bulunan nice kardeşimiz, bu Ramazân’a kavuşamadı. Onlar; geçen sene, ömürlerinin son Ramazân’ını idrâk ettiklerini bilmiyorlardı. 

 

“Yarın diyenler helâk oldu.” buyurulmuştur.

 

Unutmamalıyız ki; 

 

Kul, Ramazân-ı şerifte elinden geldiğince bol bol ibâdet etmiş olsa da, kabul edip etmemek yine Cenâb-ı Hakk’a aittir. Bu sebeple; 

 

“–Yine bir Ramazan gelir, kendimi affettiririm.” düşüncesi bir şeytan aldatmacasıdır. 

 

Kul, abd-i âciz olduğunu idrâk ederek, işlediği ibâdetlerin kabulü için de dâimâ Allâh’a ilticâ etmelidir. 

 

Hâsılı;

 

Hem kendimiz için hem de evlâtlarımız için, Ramazân-ı şerifte, Kur’ân-ı Kerîm’in; 

 

Hurûfunu sahih bir şekilde okumak, 

 

Hudûdunu yani ahkâmını yaşamak ve

 

Hulukuyla yani ahlâkıyla bezenmek gayelerine doğru, şevk ile ölümsüz bir besmele çekelim. Kur’ânî tâlimatları hayatımızın hiçbir safhasında unutmayalım. 

 

Ramazân-ı şerif, bir infak mevsimidir. 

 

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zaten çok cömert idi. Ramazân-ı şerifte ise engel tanımadan esen bereketli rüzgârlardan daha cömert olurdu. (Buhârî, Bed‘u’l-vahy, 5; Müslim, Fezâil, 48)

 

Ashâbına ve ümmetine de bu ayda, daha fazla ikram ve ihsanda bulunmayı tavsiye buyururdu. 

 

Oruçluya iftar ettireni şöyle müjdeledi

 

“Kim bir oruçluya iftar ettirirse, oruçlunun ecri gibi -oruçlunun sevâbından hiçbir şey eksilmeden- ecir alır.” (Tirmizî, Savm, 81)

 

Yoksulların da bu sevaptan pay alabileceğini de şöyle ifade buyurdu:

 

“Kim bir oruçluyu bir hurma ile veya bir içecek su ile yahut tadımlık bir süt ile iftar ettirirse, Allah Teâlâ, ona aynı sevâbı verir.” (İbn-i Huzeyme, Sahîh, III, 191)

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e soruldu:

 

“–Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?” 

 

Şöyle buyurdular:

 

“–Ramazân-ı şerifte verilen sadaka…” (Tirmizî, Zekât, 28/663)

 

Hayrat ve sadakalara kat kat ecir verilen bu ayda; yoksullara, muhtaçlara, bilhassa aylardır zulüm altında inleyen Gazzeli kardeşlerimize, Filistinli kimsesiz yavrulara, yuvaları başlarına yıkılan muzdarip annelere yardım elimizi uzatalım. 

 

Hâsılı;

 

Ramazân-ı şerif, her türlü ibâdete teksîf olma mevsimidir. 

 

Bu ayda mescidlerde îtikâfa girmek müekked bir sünnettir. 

 

Bu ayda edâ edilen umrelere, hac sevâbı müjdelenmiştir. 

 

Bu ayda Allah yolunda hizmet ve gayretler, tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf çalışmaları da nice ecirlerle mükâfatlandırılacaktır. 

 

Oruçlu hakkındaki nebevî müjdeler ne güzeldir:

 

“Muhammed’in canı kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki; oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. 

 

Oruçlunun rahatlayacağı iki sevinç ânı vardır: 

 

Birisi, iftar ettiği zaman, 

 

Diğeri de orucunun sevâbıyla Rabbine kavuştuğu andır.” (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

 

Gayemiz;

 

Sonsuz lütuf mevsimi olan Ramazân-ı şerîfi idrak ve ihyâ ederek Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesafe alma gayretidir. Zira Cenâb-ı Hak ile dost olabilenler, o zorlu günde;

 

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

 

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) 

 

Bu muhteşem lütuf ve ihsan mevsiminden bîgâne kalanlar, bu nimete nankörlük edenler ise şu tehdidi düşünmelidir: 

 

Hadîs-i şerifte nakledildiği üzere;

 

Cebrâil -aleyhisselâm-, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hutbe îrâd ederlerken gelmiş;

 

“–Ramazân’a yetişip de, ondan affedilmeden çıkan kimse; rahmetten uzak olsun!” diye bedduâ eylemiş, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu duâya;

 

“­–Âmîn!” demişlerdir. (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

 

Bu şuurla Câbir bin Abdillâh -radıyallâhu anh- şöyle tavsiyede bulunur: 

 

“Oruç tuttuğun zaman; kulağın ve gözün oruç tutsun, dilin de yalandan ve günah olan sözlerden uzak dursun. Hizmetçilerine eziyet etmeyi de bırak! Oruçlu gününde üzerinde vakar ve sekînet bulunsun. 

 

Oruçlu gününle oruçsuz günün bir olmasın! (Aralarında bir fark olsun!)” 

 

Ramazân-ı şeriften gaye; orada kazanılan kıvâmı, elden geldiğince ömre yaymaktır. 

 

Nasıl ki oruçlu iken bütün nefsânî şeylerden el çekiliyorsa, ömür boyu aynı şekilde nefsânî şeylerden el çekerek rûhânî bir hayat yaşamalıdır. Tâ ki son nefes, cennet kapısı olsun! 

 

Mâlûm;

 

Bel‘âm bin Bâûrâ ve Kārûn, bir vakitler Allâh’ın sâlih kullarındandı. Fakat hevâ ve heveslerine uyarak nefsâniyete meylettiler ve rahmet-i Rahmân’a uzak düştüler. Cennet yolundan saptılar. Helâk oldular. 

 

Unutmamalı;

 

Peygamberler ve Peygamberimiz’in cennetle müjdelediği kişilerin dışında hiç kimsenin cennetlik olacağına dair bir teminatı / garantisi yoktur. Çok güzel bir kulluk içinde olunsa da herkes, bir anlık gaflet ve nefsâniyet çelmesi ile -Allah korusun- ebedî bir hüsrana yuvarlanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu sebeple son nefese kadar her an teyakkuz hâlinde olmalı ve korku ile ümit arasında yaşamalıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!” (el-Hicr, 99)

 

Yûsuf -aleyhisselâm-’ın duâsını unutmamak lâzım:

 

تَوَفَّن۪ي مُسْلِمًا وَاَلْحِقْن۪ي بِالصَّالِح۪ينَ

 

“…(Yâ Rabbî!) Canımı müslüman olarak al ve beni sâlihlerin arasına kat!” (Yûsuf, 101)

 

Rabbimiz, sonsuz lütuf ve bereket mevsimi olan Ramazân-ı şerîfi hakikatiyle idrak ve hakkıyla edâ edebilmemizi bizlere nasip buyursun. 

 

Evvelindeki rahmete, ortasındaki mağfirete nâil eyleyerek, âhirinde cehennem azâbından cümlemizi âzâd kılsın. 

 

Âmîn!..