Rasûlullah ve Ashâbının KUBÂ’ GÜNLERİ -3-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Hazret-i Ali’den sonra Hazret-i Suheyb bin Sinân -radıyallâhu anh- da Kubâ’ya vardı. O sırada, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanında Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Ömer bulunuyordu. Önlerinde de Kulsûm bin Hıdm’ın getirdiği, Ümmü Cirzân diye anılan hurma cinsinden; üzerinde yaş ve olgun hurmaları bulunan, taze yapraklı salkım hâlinde hurma vardı.

 

Hazret-i Suheyb’in, hicret yolunda gözleri ağrımış, karnı da son derecede acıkmıştı. Hem o kadar ki, daha kimse; 

 

“–Buyur!” demeden, bir anda hurmalara daldı. O kadar acıkmıştı ki, ikişerli üçerli yiyordu.

 

Onun bu durumuna şaşıran Hazret-i Ömer, dayanamayıp takıldı:

 

–Suheyb’i görmüyor musun yâ Rasûlâllah! Hem gözü ağrıyor ve hem yaş hurma yiyor!

 

Rasûlullah -aleyhisselâm- da aynı şekilde takıldı:

 

Hem gözün ağrıyor ve hem de yaş hurma yiyorsun; bu nasıl oluyor ey Suheyb?

 

Hazret-i Suheyb de bir yandan yemeye devam ediyor, bir yandan da cevap yetiştirmeye çalışıyordu:

 

–Ben, onu gözümün ağrımayan tarafıyla yiyorum!

 

Rasûlullah -aleyhisselâm- da sahâbîler de bu güzel cevap karşısında gülümsediler.1 Sonra da Rasûlullah -aleyhisselâm- şöyle buyurdu:

 

Suheyb kazandı, Suheyb kazandı! Çok kârlı bir alışveriş yaptın ey Suheyb!2

 

Peygamberimiz -aleyhisselâm-’dan bu mânâlı iltifâtı duyan Hazret-i Suheyb coşkuyla atıldı:

 

–Yâ Rasûlâllah! Sen’in yanına gelmekte beni kimse geçmemişti. Herhâlde, bunu Sana Cebrâîl -aleyhisselâm-’dan başkası haber vermemiştir!

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-; «Evet!» dercesine tebessüm edince, Hazret-i Suheyb anlatmaya devam etti:

 

–Yâ Rasûlâllah! Mekke’den Medine’ye hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni yakalayıp hapsettiler. Ben de bir yolunu bulup, hapsettikleri yerden kaçarak yola koyuldum. Fakat yetişip yolda önümü kestiler. Hicret için başka çarem kalmayınca, bütün servetimi onlara vererek, kendimi ve ailemi satın aldım!3

 

Ey Ebû Yahyâ, satış kârlı çıktı! Çok kârlı bir iş yaptın ey Suheyb!4

 

Şimdi bu çok anlamlı ve düşündürücü maceranın öncesini görelim:

 

Mekke’den Medine’ye hicret ile önce sahâbîler, sonra da Rasûlullah -aleyhisselâm- hicret etmişlerdi. Ancak hicret edemeyenler de vardı. Bunların kimi kavmi yahut kabîlesi tarafından hapsedilmişti, kimisi köle olduğu için ayrılamamıştı, kimisinin de çok daha farklı engelleri vardı. Bunlardan biri de Hazret-i Suheyb bin Sinân idi.

 

Hazret-i Suheyb; Hazret-i Ali’den sonra, Medine’ye hicret etmek maksadı ile Mekke’den yola çıktı. Onun hicret etmek üzere olduğunu öğrenen müşrikler, hemen peşine düştüler. Daha çok gitmemişti ki, arkasından yetiştiler. Hazret-i Suheyb, atının üzerindeydi. Üzerlerine hamle yapıp, kurtulmak istese de kalabalık oldukları için aralarından sıyrılamadı. Sonra birden hızlı bir şekilde atından yere atlayıp, atını kendine siper edinerek, okluğunu çıkardı. Bir yandan da bütün ses tonuyla haykırdı:

 

–Ey insanlar! İyi bilirsiniz ki; ben sizin en iyi ok atanlarınızdan birisiyim. Vallâhi, yanımda bulunan ok çantamdaki okların hepsini size atar, hepsini isabet ettirir, içinizden çok kişiyi öldürürüm! Oklarım bitince kılıcımı çekip vuruşurum. Yine iyi bilirsiniz ki, benim kılıç kullanmam da çok iyidir. Bunlardan birisi elimde bulundukça, bana asla yaklaşamazsınız. Ancak onlar elimden çıktıktan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Ama bu arada çoğunuzu öldürmüş olurum! Bu kadar açık konuşuyorum işte! Şimdi hemen önümden çekilin!

 

Mekke müşrikleri, onunla çarpıştıkları takdirde neler olacağını bildikleri için, başka bir çözüm önerdiler:

 

–Ey Suheyb! Sen buraya fakir biri olarak geldin. Burada bolca servete eriştin! Şimdi kalkıp, o servetini de alıp gitmek istiyorsun öyle mi? İşte buna izin vermeyiz!

 

–Ne istiyorsunuz peki?

 

–Bütün servetini bize bırakırsan, hicret etmene izin verir, yolunu açarız!

 

–Size şimdi servetimin yerini gösterir, onu size bırakırsam; yolumu açar mısınız yani? Sadece bir kişi olarak benim değil, benimle beraber olan ailemin de yolumuzu açar mısınız?

 

–Yemin olsun ki evet!

 

–Öyleyse bütün servetim sizin olsun. Dünya size, âhiret bize! Allah yolunda hicret etmek ve Rasûlullah -aleyhisselâm-’a kavuşmaktan başka bir arzumuz yoktur. Allâh’ın rızâsını kazanmak ve Rasûlullah ile birlik olmaktan daha güzel ne olabilir! Allah ve Rasûlü’ne gidiyoruz biz, dünyalıklar sizin olsun!

 

Hazret-i Suheyb bin Sinân; böyle dedikten sonra, bütün servetini onlara bırakarak, aile efrâdı ile beraber yoluna devam etti. Hazret-i Ali’nin ardından o da Kubâ’ya vardı.5

 

Kubâ’, tarihinin en önemli günlerini yaşarken, Medine de kaynamaya başlamıştı…

 

Husayn bin Selâm; yahudi âlimlerinden biri olup, Yûsuf -aleyhisselâm- neslinden geliyor, kavmi tarafından çok sevilip sayılıyordu. Husayn’ın babası Selâm da, yine önde gelen yahudi âlimlerinden biriydi.6

 

Husayn; Tevrât’ı ve tefsirini, babasından öğrenmişti. Babası, bir gün, âhirzamanda gelecek Rasûl’ün sıfatları, alâmetleri ve yapacağı işler hakkında genişçe bilgi verdikten sonra, çok düşündürücü bir cümle kullanmıştı:

 

–O eğer Harun evlâdından gelecek olursa, O’na tâbî olurum, yoksa tâbî olmam!7

 

İşte yine yahudi karakteri! Âlim de olsa, bilge de olsa, yahudi yahudiliğini yapıyordu! Hem öyle ki, Peygamberimiz -aleyhisselâm-, Medine’ye hicret etmeden önce ölen Selâm, oğlunu bile bundan mahrum etmek istemişti!

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-, Kubâ’ya gelip, Amr bin Avfoğullarının evine ininceye kadar, hiç sesini çıkarmayan Husayn bin Selâm; 

 

“–Rasûlullah geldi!” diye haykıranları işittiğinde, bir hoş oldu. Aynı anda bir kimse de gelip, O’nun geldiğini haber verince, Husayn’ı bir titreme tuttu! Bir anda da yüksek sesle; «Allâhu Ekber!» diyerek tekbir getirdi.

 

O sırada, çok yaşlı olan halası Hâlide bint-i Hâris, hurma ağacının altında oturuyordu. Tekbiri işitince çok kızdı:

 

–Allah seni umduğuna erdirmesin, elini boşa çıkarsın ey habîs (pislik)! Vallâhi Musa bin İmrân’ın gelişini işitmiş olsaydın, bu kadar sevinmezdin!

 

Husayn bin Selâm da dönüp, sevgili halasına yumuşak bir tavırla cevap verdi:

 

–Ey sevgili halam! Vallâhi O, Musa -aleyhisselâm-’ın kardeşi gibidir. O da O’nun gibi, Allâh’ın Rasûlü’dür! O’nun gönderildiği şeyle gönderilmiştir yani!

 

–Ey kardeşimin oğlu! Ne diyorsun sen böyle? O gelen, kıyâmete yakın gönderileceği bize haber verilmiş olan Rasûlullah mıdır gerçekten?

 

–Evet ey sevgili halam! Sanırım ki O, O’dur! Ancak gidip görmeden kesin bir şey söyleyemem!8

 

Husayn bin Selâm; halasıyla böyle konuştuktan sonra, O’nu görmek için, hemen kalkıp Kubâ’ya gitti. Rasûlullâh’ın mübârek nur yüzünü görür görmez, kendini tutamadı:

 

“–Vallâhi, bu yüzün sahibi asla yalan söylemez!” dedi.

 

“Vallâhi, bu yüzün sahibi asla yalan söylemez!” derken, o mübârek nur yüze bakıp durdu. Mest olmuştu âdeta. Bu gönülden bakışının ardından da, kendini toparlayıp, bir şeyler sorunca, en küçük bir şüphe bile duymadan, büyük bir heyecanla kelime-i şahâdet getirerek müslüman oldu. Rasûlullah -aleyhisselâm- da onun Husayn olan adını Abdullah olarak değiştirdi. O günden sonra da Abdullah bin Selâm ismiyle tanınıp bilinir oldu.9

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın Kubâ’ya geldiğini duyan, Medine yahudi liderlerinden Huyey bin Ahtab; hiç zaman geçirmeden kalkıp hemen O’nun yanına vardı. Kalabalık gruba karışıp, kendini belli etmeyerek, O’nu dikkatli bir şekilde süzdü. Sonra yine kalabalık grupla oradan çıkarak, kendini ele vermeden geri döndü.

 

Hemen ardından, kardeşi Ebû Yâsir’i çağırıp, birkaç önde gelen yahudi ile beraber evinde çok özel ve gizli bir toplantı yaptı. Her geçen dakika daha da artan bir öfkeyle konuşuyordu:

 

–O, gerçekten O Rasûl müdür ey Huyey?

 

–Evet, gerçekten de O, O’dur ey Ebû Yâsir! Vallâhi ben yaşadığım sürece O’nun en büyük düşmanı olacağım!10

 

Onlar ne kadar düşmanlık etseler de Peygamber Efendimiz gönüller sultanıdır.

 

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

 

_______________________________

 

İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 3, s. 449-452.

 

İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 3, s. 227-229; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 182-183.

 

Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 400.

 

Zehebî, Siyer u A‘lâmi’n-Nübelâ, c.2, s. 13-14.

 

İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 3, s. 226-230; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 180-184; İbn-i Abdilberr, el-İstiâb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 2, s. 726-733; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe Fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 2, s. 418-421.

 

İbn-i Abdilberr, el-İstiâb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 3, s. 921.

 

İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 163-164.

 

Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 266.

 

Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 530-531.

 

10 Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 212; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 1, s. 77-78.