KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -23- İSLÂM’DA ZARÛRETLER

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

ÎMÂNIN BEDELİ

Cenâb-ı Hakk’ın bizlere meccânen nasîb eylediği îman nimetine ne kadar şükretsek azdır. Bizler müslüman bir toplumda, müslüman aileler içinde dünyaya geldik.

Sâbikûn-i evvelûn yani İslâm ile müşerref olmakta en önde olan zayıf, köle ve fakir Mekkeli müslümanlar ise; îman nimeti için çok büyük bedeller ödediler. İslâm düşmanlarının nice işkencelerine tahammül ettiler.

Meselâ;

Müşrikler Bilâl -radıyallâhu anh-’a her türlü işkenceyi yaparlar, onu sıcak taşlara yatırır, üzerine ağır taşlar koyarlardı. Buna rağmen ona istedikleri şeyi söyletemezler, o dâimâ;

“–Ehad!.. Ehad!.. Ehad!.. (Allah bir!.. Allah bir!.. Allah bir!..)” derdi. (Bkz. Ahmed, I, 404; İbn-i Sa‘d, III, 233; Belâzurî, I, 186)

İşkence artık can almaya başlamıştı.

Ammâr -radıyallâhu anh-’ın babası Hazret-i Yâsir, müşriklerin söyletmek istedikleri şeyleri söylemedi ve onların ağır işkenceleri altında şehîd oldu.

Annesi Hazret-i Sümeyye -radıyallâhu anhâ- da, gaddarca işkencelere mâruz kaldıktan sonra hunharca şehîd edildi. Bir ayağı bir deveye, diğer ayağı da diğer bir deveye bağlandı, develer aksi yönlere yürütülerek, bu mü’mine hatun canavarca parçalatıldı.

Böylece Yâsir ailesi İslâm’ın ilk şehidleri oldular.

Oğulları Ammâr -radıyallâhu anh- da, nice işkence ve ezâlara uğratıldı. Kureyş müşrikleri; bir gün Hazret-i Ammâr’ı yakaladılar, başını kuyunun içine batırarak;

“−Muhammed’e hakaret edip, Lât ve Uzzâ’yı medhedinceye kadar seni bırakmayacağız!” dediler ve bunu zorla söylettiler.

Allah Rasûlü’ne;

“−Yâ Rasûlâllah! Ammâr kâfir olmuş!” diye haber verildi.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise;

“−Hayır! Ammâr, tepeden tırnağa kadar îmanla doludur! Îman onun etine ve kanına kadar işlemiştir!” buyurdu.

O esnada Ammâr -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Mübârek sahâbî ağlıyordu…

Âlemlerin Efendisi onun gözyaşlarını eliyle silerken;

“−Sana ne oldu?” diye sordu.

Ammâr -radıyallâhu anh-;

“−Yâ Rasûlâllah! Beni Sana hakaret ettirmedikçe, putların da Sen’in dîninden daha iyi olduğunu söyletmedikçe bırakmadılar!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“−Sen bunları söylerken kalbin nasıldı?” diye sordu.

Ammâr;

“−Kalbim Allâh’a ve Rasûlüne îmânın ferahlığı içinde, dînime bağlılığım da demirden daha sağlam idi!” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir taraftan onun gözyaşlarını silerken diğer taraftan da;

“−Ey Ammâr! Eğer onlar bir daha bu söylediklerini tekrarlatmak için seni zorlarlarsa, tekrar söyleyiver!” buyuruyordu.

Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim îmânından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.(en-Nahl, 106) (İbn-i Sa‘d, III, 249; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 67; Heysemî, IX, 295; Vâhidî, s. 288-289)

İslâmiyet’te bu gibi icbar ve ikrah zarûretlerinde gösterilebilecek her iki hâlin de bir karşılığı vardır:

•Azîmet: Allah için canını verip şehîd olmak.

•Ruhsat: Ağır zorlamalar karşısında canını kurtaracak şekilde hareket etmek.

Çünkü İslâmiyet dâimâ şu beş şeyi muhafaza eder:

•Dîni muhafaza

•Canı muhafaza

•Malı muhafaza

•Nesli muhafaza

•Aklı muhafaza

Yâsir ve Sümeyye -radıyallâhu anhümâ-; «dîni muhafaza»da azîmeti sergilemiş, oğulları Ammâr Hazretleri ise, «canı muhafaza» için ruhsat ile amel etmiştir.

Îmânı korumak için, canından geçen îman kahramanlarına «Nebîler Silsilesi»nde de birçok misal verilebilir:

SABRI ÜZERİMİZE YAĞDIR!..

Hazret-i Musa ile müsabakaya çıkan sihirbazlar, asâ mûcizesi karşısında hakikati idrâk etmiş ve secdeye kapanarak îmân etmişlerdi.

Kibirli Firavun, buna çok gazaplanarak; hepsinin çarmıha gerilmesini, kollarının ve bacaklarının çaprazlama kesilerek ağır işkencelerle katledilmelerini emretti.

Tehdidi dahî tüyleri ürperten bu zulümler karşısında, o sihirbazlar asla geri adım atmadılar. Kavuştukları îman nimetini asla kaybetmek istemiyorlardı. Firavuna karşı;

“Sen ancak dünyaya hükmedersin! Bildiğin gibi hükmet! Zararı yok! (Bizi nasıl öldürürsen öldür, zaten) biz Rabbimiz’e döneceğiz!” dediler.

Bir taraftan da Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ederek;

رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ۟

“Ey Rabbimiz!.. (Bu korkunç işkenceler karşısında metânetimizi kaybetmememiz için) üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslüman olarak al!” diye niyâz ettiler. (Bkz. el-A‘râf, 120-126; Tâhâ, 70-73; eş-Şuarâ, 46-50)

Îmânı kaybetmemek için gösterilen bu şanlı mukavemet ve metâneti; Cenâb-ı Hak, bize Kur’ân-ı Kerim’de dört ayrı yerde tekrar tekrar anlatmaktadır.

Bunun bize mesajı şudur:

Îmânı korumak bir bedel ister;

•Menfaati ve arzuları emreden nefse karşı,

•İsyan ve günahlara sevk eden şeytana karşı,

•İslâm düşmanlarına karşı,

•Gafillere ve fâsıklara karşı; bir mü’min dâimâ îmânını korumak için, bedel ödemeye hazır olmalıdır.

Bu hakikat, sadece; «Îmân ettim» demekle mümkün değildir. Bilgileri zihne depolamakla da mümkün değildir.

Bu kıvam, ancak samimî bir takvâ ile gerçekleşir. Yani hayatın bütün muhtevâsını, Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle hâllenerek rûhânîleştirebilmekle mümkün olur. Kur’ân-ı Kerim’deki şu iki düstur, bunun hulâsasıdır:

‒Üsve-i hasene, Efendimiz’in her hâliyle örnek alınması ve

‒Amelen sâliha, en güzel ve hayırlı ameller içinde olunması.

Netice;

İslâm’ı, Hazret-i Peygamber gibi Kur’ân ile yaşamak ve yaşatmak.

Bunun gerçekleşmesi için de insanın nefsânî vasıflardan, fücurdan kurtulması elzemdir. Zira fücurla Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak mümkün değildir.

İNSANIN İKİ YÖNÜ

İnsanı, iki varlık ile mukayese edelim:

Hayvanlar; yemek-içmek ve nesli sürdürmekten başka bir vazifeyle vazifelendirilmemiş, tabiatlarına konmuş insiyaklarla (içgüdülerle) hareket eden varlıklardır. Hak-hukuk bilmezler. Kendi aralarındaki haksızlıkların mahkemesi hâricinde, onlara âhiret de yoktur. Yani onlara ne cennet va‘di ne de cehennem tehdidi vardır.

Melekler ise günah ve isyana iktidarı olmayan, dâimâ itaat ve ibâdet etmek üzere yaratılmış nûrânî varlıklardır. Cismânî ve nefsânî arzularla hiçbir irtibatları yoktur.

İnsanın mâhiyetine baktığımız zaman; ona kısmen hayvânî vasıfların, kısmen de melekî vasıfların verildiğini görmekteyiz.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا

“İyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin olsun ki.” (eş-Şems, 8)

İnsana (hayvânî, nefsânî duygular) fücur da, (melekî ve rûhânî hissiyat) takvâ da ilham edilmiştir.

Kulun imtihanı, bu hayvânî duygulardan kurtulup, melekî tarafını inkişâf ettirmektir. Cenâb-ı Hak ile dostluğa erişmenin tek yolu budur.

İnsan eğer fücurdan kurtulur, nefsânî arzuları bertaraf eder ve Allâh’a dostlukta mesafe kazanabilirse, meleklerden de ileri bir seviyeye vâsıl olur. Meleklerin Hazret-i Âdem’e secde ettirilmesinin hikmeti de budur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, «Sâffât» 164)

Çünkü meleklerde nefs engeli yoktur. Makamları terakkîye müsait değildir. İnsan ise, bu engeli bertaraf ederek Hakk’a yaklaşmakta sonsuz bir terakkî imkânına sahiptir.

Rivâyete göre Mîrac gecesi Sidre-i Müntehâ’da iken Cebrâil biraz geri durunca, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Burada benden ayrılacak mısın?” diye sordu.

O da;

“–Bulunduğum bu noktadan daha ileri gidemem.” diye cevap verdi. Cenâb-ı Hak da meleklerin söylediği şu söz ile aynı mânâyı beyan buyurdu:

“(Melekler der ki🙂 Bizim her birimizin Allah katında bilinen (sâbit, değişmeyen) bir makamı vardır.” (es-Saffât, 164) (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 90)

Râzî tefsirinde ise Hazret-i Cibrîl’in şöyle dediği rivâyet olunur:

“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” (Râzî, XXVIII, 251)

Burada en mühim husus:

Enâniyetin / benliğin terk edilebilmesidir. Kulun, dâimâ; «‒Sen yâ Rabbî!» diyebilmesidir. Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Gazâlî, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri gibi Hak dostlarının irşad yolculuklarında, bu hiçlik tâlimini görmekteyiz.

Sermâye takvâ olacak.

Kalp, muhabbeti peydâ edecek. Böylece Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme gerçekleşecek, yani takvâ neticesinde güzel bir âdâb, ince bir zarâfet ve muâşeret meydana gelecek. Gönüller, âshâb-ı kiram gibi;

“Yâ Rasûlâllah! Canım, malım Sana fedâ olsun!” diyecek kadar, büyük bir muhabbet ve fedâkârlıkla Efendimiz’e râm olacak.

İşte bu takvâ ve muhabbet kıvâmıyla;

Hicret, «dîni muhafaza» için gerçekleştirilen her faaliyetin umûmî adıdır. Muhâcirler; îmanlarını açıkça yaşayamadıkları yerden, yaşayabilecekleri bir yurda hicret ettiler.

Bugün de, inanç esaslarımız, helâller ve haramlar gibi dînimizin kırmızı çizgileri, yani yasak çizgileri denilebilecek hususlarda; bir müslüman bedel ödemeyi, tercihini dâimâ dîninden yana kullanmayı bilmelidir.

Ruhsatlara, ancak geçici zarûretlerle müracaat edilir. O geçici zarûretin ortadan kaldırılması için de mücadele edilir. Mâni ortadan kalkınca, tekrar esas prensibe dönülür.

GERÇEKTEN ZARÛRET Mİ?

Zamanımızda maalesef, basit bahaneler, ihtiyaç mesâbesine sokuluyor. Hafif birtakım ihtiyaçlar, zarûret mesâbesinde imiş gibi gösteriliyor; böylece, dînimizin birçok mühim esasından taviz verilmeye başlanıyor.

Meselâ fâiz gibi bir yasak, birtakım gafiller tarafından; «Müslüman güçlü olacak!» bahanesiyle câiz hâle getirilmeye çalışılıyor. Mânevî taraf düşünülmüyor. Hâlbuki âyet-i kerîmede fâizden vazgeçmeyen herkesin Allah ve Rasûlü ile harp hâlinde olduğu beyân ediliyor. (Bkz. el-Bakara, 279)

Câbir -radıyallâhu anh- şöyle bildirmektedir:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; fâizi yiyene, yedirene, kâtibine ve şâhidine lânet etti (rahmetten uzak olacaklarını bildirdi) ve;

«Onlar müsâvîdirler/eşittirler.» buyurdu.” (Müslim, Müsakāt, 106)

Bu hakikatlerden de âşikârdır ki;

Şer‘î bir gayeye ulaşabilmek için gayr-i şer‘î bir yol kullanılamaz.

Maalesef bugün mîrasta da haram ve helâl ölçülerine pek dikkat edilmiyor. Hâlbuki «hudûdullâh»a / Cenâb-ı Hakk’ın hudutlarına riâyetsizliğin cezâsı cehennem olarak bildirilmiştir. (Bkz. en-Nisâ, 14)

Ruhsatlarla amel edebilmenin ölçüsü, müslümanın firâsetiyle mütenâsiptir. Şu kıssa, bu mü’min dirâyet ve firâsetinin misalleriyle doludur:

ESİRLERİ KURTARAN DİRÂYET

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti döneminde Şam’ın Kayseriye taraflarında Rumlar üzerine bir İslâm ordusu gönderilmişti. Abdullah bin Huzâfe -radıyallâhu anh- da orduda bulunuyordu. Rumlar onu esir ettiler. Krallarına götürdüler ve;

“–Bu, Muhammed’in ashâbındandır!” dediler.

Kral; Hazret-i Abdullâh’ı bir eve kapattırıp günlerce yemekten, içmekten alıkoyduktan sonra, ona bir miktar şarap ve domuz eti gönderdi. Üç gün gözlediler. Abdullah -radıyallâhu anh-, ne şaraba ne de domuz etine yaklaşmadı.

Krala;

“–Onun iyice boynu büküldü. Oradan çıkarmazsanız muhakkak ölecek!” dediler.

Kral, onu getirterek;

“–Yemekten ve içmekten seni alıkoyan nedir?” diye sordu.

Abdullah -radıyallâhu anh-;

“–Gerçi zarûret onlardan yemeyi ve içmeyi bana helâl kılmıştı ama ben seni, kendime ve İslâm’a güldürmek istemedim!” dedi.

[Âyet-i kerîmelerde buyurulduğu üzere, açlık ve zarûret durumunda hınzır eti ve içkiden -ölmeyecek kadar- istifâde etmek mubah hâle gelir. (Bkz. el-Bakara, 172-173; el-Mâide, 3)]

(Sahâbînin şahsiyetine hayran olan) kral onun bu vakûr tavrı karşısında;

“–Sen hıristiyan olsan da mülkümün yarısını sana versem, seni mülk ve saltanatıma ortak yapsam, kızımı da seninle evlendirsem olmaz mı?” dedi.

Abdullah -radıyallâhu anh-;

“–Sen bana, Muhammed -aleyhisselâm-’ın dîninden göz açıp kapayıncaya kadar dönmek üzere mülkünün tamamını ve bütün Arapların mülklerini versen, bunu asla yapmam.” dedi.

Kral;

“–Öyleyse seni öldürürüm.” dedi.

Hazret-i Abdullah;

“–O da senin bileceğin bir şey!” dedi.

Abdullah -radıyallâhu anh- çarmıha gerildi. Okçular önce ona isabet etmeyecek şekilde, korkutmak için ok attılar. Daha sonra kendisine tekrar Hıristiyanlık teklif edildi. O mübârek sahâbî en ufak bir temâyül bile göstermedi.

Kral;

“–Ya hıristiyan olursun yahut da seni kaynar kazanın içine atarım.” dedi.

Kabul etmeyince bakırdan bir kazan getirildi, içine zeytinyağı veya su konularak kaynatıldı. Kral, müslümanlardan bir esir getirtti. Hıristiyan olmasını teklif etti. Esir, bu teklifi kabul etmeyince kazanın içine atılmasını emretti. Esir müslüman kazana atıldı. Abdullah -radıyallâhu anh-, ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dökülüverdi.

Kral, Abdullah -radıyallâhu anh-’a tekrar Hıristiyanlığı teklif etti. Kabul etmeyince onun da kazana atılmasını emretti. Hazret-i Abdullah kazana götürülürken ağladı. Kral, onun fikir değiştirdiğini zannederek onu yanına getirtti ve teklifini tekrarladı. Şiddetle reddettiğini görünce hayret ederek;

“–Öyleyse niçin ağladın?” diye sordu.

Hazret-i Abdullah şu cevabı verdi:

“–Zannetme ki senin bana yapmak istediğinden korkarak ağladım! Ben, Allah yolunda verebileceğim bir tek canım olduğu için ağladım. Kendi kendime; «Sen şimdi tek can taşıyorsun, şu kazana atılacak, Allah yolunda bir anda ölüp gideceksin. Hâlbuki ben vücudumdaki kıllar sayısınca canım olmasını ve her biri için bu işkencenin Allah yolunda bana tekrar tekrar yapılmasını ne kadar arzu ederdim.» dedim.”

Hazret-i Abdullâh’ın îman celâdet ve asâletiyle sergilediği bu müthiş tavır, kralın çok hoşuna gitti ve kral onu serbest bırakmak istedi;

“–Başımı öp de seni serbest bırakayım.” dedi.

Abdullah -radıyallâhu anh-;

“–Benimle birlikte bütün müslüman esirleri de serbest bırakır mısın?” dedi.

“–Evet bırakırım.” dedi. O zaman;

“–İşte şimdi olur.” dedi.

Hazret-i Abdullah -radıyallâhu anh- der ki:

“Kendi kendime; «Hem canımı hem de müslüman esirlerin canını kurtarmak için Allah düşmanlarından bir düşmanın başını öpmemde ne mahzur olacak ki? Öp gitsin!» dedim.”

O gün seksen müslüman serbest bırakıldı. Hazret-i Ömer’in yanına geldiklerinde durumu ona anlattılar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Abdullah bin Huzâfe’nin başını öpmek, her müslümana düşen bir vazifedir! Bunu yerine getirmeye ilk önce ben başlıyorum.” dedi. Kalkıp onun yanına gitti ve başını öptü. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gābe, III, 212-213; Zehebî, Siyer, II, 14-15)

NESLİ MUHAFAZA

İslâm’da aile, nesil ve zürriyetin muhafazası da en mühim esaslardandır. Nesebin korunması ve insanlık haysiyeti olan iffetin muhafazası dînimizde çok mühimdir. Bu prensibe binâen;

•Zinâya yaklaşmak dahî yasaklanmış,

•Tesettür ve dış elbise (cilbab) emredilmiş ve

•İhtilât yani birbirine yabancı (nâmahrem) kadın ve erkeklerin bir arada bulunması yasaklanmıştır.

Bu kaidelere riâyet aynı zamanda dîni muhafazadır ki; helâl ve haramları, ilâhî tâlimatları korumak demektir.

Günümüzde «ihtilât ve tesettür» mevzuunda maalesef ilâhî ölçülere riâyetsizlik sıkıntısı yaşanmaktadır.

Dîne baskı dönemlerinde zarûretle müracaat edilen alışkanlıklar; müslümanlar güçlendiği hâlde, normal şeylermiş gibi devam ettirilmeye çalışılmaktadır.

Hattâ bazı gafil mü’minlerin de; şeytanın süslü gösterdiği bu yanlışları çeşitli nefsânî mantıklar üreterek, müdafaa etmeye çalıştıkları görülmektedir.

“Kadın ve erkek; çarşıda, yolda, otobüste bir araya gelmiyor mu? Dînimiz bunu yasaklamıyor. Öyleyse; iş yerinde, mektepte, berberde vs. bir araya gelmesinde ne zarar var?” diyorlar.

Evvelâ bilinmelidir ki;

Ruhsat olarak verilen istisnâî bir hüküm üzerine kıyas yapılamaz. Çünkü bu; istisnâyı genişletmeye kalkmak olur ki, buna kimsenin salâhiyeti yoktur.

Diğer taraftan;

Çarşı, yol ve benzeri yerlerdeki beraberlik geçicidir. Husûsen plânlanmadıkça, burada aynı kişiler karşılaşmayacağı gibi, bu kişiler arasında bu kısa zaman içinde dostluk ve yakınlaşmanın meydana gelmeyeceği de âşikârdır. Buna rağmen hadîs-i şerifte;

“Yolun hakkını vermedikçe yollarda oturmayınız.” buyurulmuş, bu hakkın bir şubesi de; «Harama bakmamak» olarak beyan edilmiştir. (Buhârî, Mezâlim, 22)

Dolayısıyla çarşıda da hudutsuz bir ihtilât izni verilmiş değildir.

Mevzu, kadının tahsili ve çalışması meselesine bağlanmaya çalışılmaktadır. Dînimizin prensiplerine göre doğru olan; kadınların ancak kendilerine mahsus müesseselerde, emniyet içinde tahsil görmeleri ve çalışmalarıdır.

Nitekim;

Medine çarşısında kadınların devam ettiği bölümlere Peygamberimiz yahut Hazret-i Ömer; Şifâ bint-i Abdillâh -radıyallâhu anhâ- gibi sahâbî hanımları kontrol için vazifelendirmişlerdi.

İhtilât tedbirlerine ve tesettüre riâyetsizliğin neticesi olarak; maalesef, nâmahrem kişiler arasında yakınlaşmalar meydana gelmekte, ailelerde huzur kalmamakta, boşanmalar artmakta, parçalanmış ailelerde evlâtlar perişan olmaktadır.

«Nesli muhafaza»nın bir gereği de evlâtları güzel bir şekilde terbiye etme vazifesidir. Bu hususta, günümüzde yaşanan hastalık tedbirleri üzerinde de tefekkür etmeliyiz:

Hastalık tedbirleri; «canı muhafaza» içindir, elzemdir, gereklidir. Lâkin İslâmî tahsil ve eğitim de nesli muhafaza için zarûrîdir. Bu hususta, lâzım gelen ihtimam gösterilmezse, evlâtlar şeytânî vitrinlerle dolu ekranlarla baş başa bırakılırsa; uzayıp giden bu dönem, evlâtların tahsilinde kapanmaz yaralar bırakır.

Bu sebeple; nasıl «malı muhafaza» için, ticaret, ziraat, seferler vb. faaliyetler gerekli tedbirler içinde sürdürülmeye çalışılıyorsa, her türlü tedbire riâyet ederek evlâtlarımıza İslâm karakter ve şahsiyetini kazandırma faaliyetlerimiz de devam ettirilmelidir.

Unutmamalıyız ki;

«Allah!» demenin yasaklandığı karanlık devirlerde dahî, sâlih büyüklerimiz her türlü tedbir içinde evlâtlarına Kur’ân eğitimini vermek için bir çare aradılar.

Meselâ muhterem pederim Musa Efendi Hazretleri şöyle anlatırdı:

“Bize babam, Kadınhanı’ndan bir hocaefendi getirdi. Bize bodrumda Kur’ân-ı Kerim öğretirdi. Gündüzleri de bahçeyi sulardı, yani bir bahçıvan sıfatı içinde bulunurdu.”

Ben de 7-8 yaşımdayken Erenköy’de bir hocahanıma giderdik. Hocahanımın her tarafı sallanan ahşap bir evi vardı. O devirde Kur’ân eğitimi öyle yasaklar altındaydı ki, uzaktan bir bekçi geçse hocahanım bize;

“–Oğlum, yatın yere!” derdi. Biz yatardık. Bekçi oradan geçerdi.

“–Oğlum, bekçi geçti, başınızı kaldırın.” derdi.

O devirlerde, nesli muhafaza için; «Ne yapalım yasak!» demeyen, fedâkârca ve cesaretle gayret edenler sayesinde, İslâmî inkişâf oldu.

Komünizm devrinde Kırgızistan’da hâfız bir kişi, kömür madeninde çalışıyordu. Oğlunu da hâfız yapabilmek için bir çare düşünerek, idareden şu talepte bulundu:

‒Oğlum da benim yanımda çalışsın. İkimiz beraber madende daha çok çalışır, daha verimli oluruz.

Oğlunun, yanında çalışmasına izin verdiler. Yerin altında bir yandan kömür çıkardılar bir yandan da baba, oğlunu hâfız olarak yetiştirdi.

Yine biz Kırım’a gittiğimizde şöyle bir hâdiseye şâhit olduk:

Bir baba, evlâdının İslâmî eğitim alabilmesi için; tâ Sibirya’dan yola çıkmış, altı günlük bir yolculukla gelmiş ve oğlunu orada yeni açılan hâfızlık kursuna kaydettirmişti.

Bugün de; “Ne yapalım salgın hastalık var!” diyerek tembelliğe revaç vermemek lâzım. «Tedbir çerçevesinde neler yapabiliriz? Nasıl yapabiliriz?» diye gayret etmek gerekir.

Âhirzamanın zorlukları içinde fedâkârca İslâm’a hizmet edip, «hayırlı ümmet» olabilenlere şu nebevî müjde vardır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir. Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez! (Evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)

Yani sahâbe-i kiram, zor zamanlarda nasıl İslâm’ı yaşayıp yaşattı ise, âhirzamanda da zorluklar karşısında İslâm için fedâkârlık gösterenler, ashâbın eriştiği o kıymetten hisse alacaklardır.

Dolayısıyla her dâim tavizsiz bir İslâmî yaşayışla istikametlenmek zarûrîdir.

Dînimizin koruma altına aldığı bir esas da akıldır:

AKLI MUHAFAZA

Dînimiz, mükellefte aklı şart koşar. Aklı muhtel olanlar, dînî emirlerle mükellef değildir. Akıl; vahyin muhtevâsında kullanıldıkça, rûha ve kalbe hizmet edecek bir âlet hükmündedir.

Bu sebeple;

Aklı gideren içki, uyuşturucu ve benzeri maddeler dînimizde yasaklanmıştır. Bu çirkin alışkanlıklar; aklı giderir, kardeşliği bozar, düşmanlığı körükler, mâneviyâtı yok eder.

Günümüzde başka iptilâlar, zamanın tabiriyle, «bağımlılıklar» da çoğalmaktadır. Bilhassa internet, cep telefonu, sosyal medya gibi meşgaleler; ihtiyaçtan çok fazla şekilde, kişileri esir almakta, aklı ve rûhu dumûra uğratmakta ve âdetâ insanı robotlaştırmaktadır.

Aklı, sıhhati ve mâneviyâtı muhafaza için, bilhassa da zamanı israf etmemek için; bir müslümanın hayatında televizyon, internet ve cep telefonu gibi iptilâlara karşı dikkatli ve ölçülü olması zarûrîdir.

Aklı, sahasının dışında bâtıla sürüklemekten de muhafaza etmek lâzımdır. Unutulmamalıdır ki, aklı böyle bir cidâl için ilk kullanan iblis olmuş ve lânete dûçâr olmuştur.

MALI MUHAFAZA

Dînimizde mal ve servet, bir imtihan malzemesidir. Mülk Allâh’ındır, kullar emânetçidir. Emânetçi kullar da, mülkün asıl sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın şartlarına riâyet etmek mecburiyetindedir.

Yani bir mü’min;

•Helâlden kazanacak. (Kumar, fâiz, gabn-i fâhiş, aldatma, dolandırma, gasp, hırsızlık gibi her türlü haramdan uzak duracak.)

•İsraf etmeyecek, lükse kapılmayacak. Nefsine kâfî miktarda sarf edecek.

•Cimrilik etmeyecek.

•Zekâtını bir borç şuuruyla ödeyecek, ayrıca bol bol tasaddukta bulunacak, fukarâyı kendine zimmetli bilecek. İnfâk ederken de, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşabilmenin hazzı içinde, sevinerek ikrâm edecek. Verdiği kişinin sevincinden haz duyacak.

•Allah yolunda malıyla da cihâd ederek, İslâm’ı yaşayıp yaşatma gayretlerine maddî destek olacak.

Kapitalizm; «malı, elinde bulunduran fertlerin hakkı» olarak görür. İsrafa ve lükse karışmaz. Cimriliğe, pintiliğe de müdahale etmez. Bu sebeple zenginle fakir arasında büyük uçurumlar meydana gelir. Toplumda münâferet meydana gelir.

Hâlbuki İslâm; sefihin yani imkânlarını akılsızca kullanan müsrif kişilerin, kendi malına dahî müdahale eder. İnsanların kolay yoldan para kazanma hırsını, ümit tâcirliğiyle istismâr eden kumarı yasaklar.

Komünizm ise, «sözde eşitlik» diyerek mülkü topluma iade etmek ister. Ferdî mülkiyete karşı çıkar. Fakat zorla eşitlik fıtrata aykırı olduğu için, hemen hiçbir yerde komünizm muvaffak olamamıştır. Komünist parti, kapitalizmdeki zenginler sınıfının yerini almıştır.

İslâm ise; toplumda zenginle fakiri birbirine yaklaştıracak formülü, infâk ile getirir. Zekât, sadaka, vakıf, hayrat, keffâretler, fitre, kurban gibi birçok vesileyle, zenginden fakire gönüllü bir akış sağlar. Bunu zorla değil, ibâdet vecdiyle gerçekleştirir. Huzur olur, bereket olur. Kardeşlik tesis edilir. Vakıflarla toplum tezyin edilir. Problemler çözüldüğü için toplumda hiçbir dram ve trajedi yaşanmaz.

İnfâk öyle bir gönül seferberliğidir ki, sadece zenginler değil fakirler de infâk ederler.

Sahâbeden Ebû Zer -radıyallâhu anh-, çok fakirdi. Dikili bir ağacı yoktu. Hazret-i Peygamber, ona buyurdu ki:

“−Yâ Ebâ Zer! Çorbana su kat, sonra da komşularını gözden geçir ve nezâketle infâk et.” (Müslim, Birr, 142, 143)

Ebû Mes‘ûd el-Ensârî -radıyallâhu anh- anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize tasaddukta bulunmayı emredince, bizden biri çarşıya gider, sırtında yük taşıyarak bir müd (yaklaşık 800 gr.) yiyecek kazanır ve ondan infâk ederdi…” (Buhârî, Zekât, 10)

Yâ Rabbî!..

Bizleri yaşayıp yaşatarak dînine yardım edenlerden eyle!.. Bu vesileyle bizlere iki cihanda yardım eyle de ayaklarımızı son nefeste îmanda sâbit kıl!..

Âmîn!..