KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -9- İSLÂM’DA TEVÂZU ve HİÇLİK

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İKİ TÜRLÜ «ENE / أنا»

Ârif gönüllerden Hallâc-ı Mansur, mânevî sekr ve cezbe hâlinde; «Ene’l-Hak» demiş ve bu sebeple idam edilmişti.

Kendisini mânâ âleminde seyredenlerden nakledildiğine göre; onu darağacında astıkları vakit İblis yanına gelmiş ve sormuş:

“–Sen de; «Ene» dedin, ben de; «Ene» dedim. Nasıl oluyor da bu sözden dolayı, senin üzerine rahmet, benim üzerime ise lânet yağıyor!?.”

Hallâc, İblis’e şöyle cevap vermiş:

“–Sen; «Ene» demekle kendini Âdem’den üstün gördün. Kibrini ortaya koydun.

Ben ise; «Ene’l-Hak» dedim, kendi varlığımı Hak’ta yok ettim.

(Tıpkı Sakarya’nın Karadeniz’e kavuşunca artık nehirliğinden eser kalmaması gibi benliğimi Hak’ta erittim, Rabbime tam bir teslîmiyetle râm oldum.)

Benliği ortaya koymak demek olan kibir, cehennem alâmetidir.

Benliği bertaraf etmek, yani Hak’ta fânî olmak ise, «hîç»liğin ifadesidir.

İşte bu sebeple bana rahmet, sana ise lânet ve zillet indi.”

Bir Hak dostu ne güzel söyler:

Sen çıkınca aradan,
Kalır seni Yaradan…

Fânîliğe vedâ edersen, ötelere götüren ufuklar açılır ve bütün muhteşem ulvî hakikatler senin önüne serilir.

Şeytan -aleyhillâne-; Cenâb-ı Hakk’ın emrine îtiraz edip O’na karşı ilk isyanı işlediğinde, günahını îtiraf edip af dileyeceği yerde, gurur, kibir ve enâniyetinin esiri olup hatasında ısrar etti, günahından pişmanlık duymadı. Nefsini kınayıp tevbe edeceği yerde, inat ve gururunun kurbanı oldu. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın lânetine dûçâr oldu.

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile Hazret-i Havvâ Vâlidemiz de; şeytana uyup Allâh’ın yasakladığı ağacın meyvesinden tadarak, insan neslinden zuhur eden ilk günahı işlediler. Fakat onlar; şeytanın yaptığı gibi hatalarını bahanelerle örtbas edip kendilerini temize çıkarmaya çalışmak yerine, hemen nefislerini kınayıp gerçeği samimiyetle îtiraf ettiler:

“Dediler ki:

«–Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik!

Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden oluruz.»” (el-A‘râf, 23)

Bu tevâzu ve hiçliğe bürünüş, ilâhî mağfireti galeyâna getirdi ve tevbeleri kabul edildi. Zira;

وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۙ

“Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (el-Hadîd, 23)

Buna mukabil;

Cenâb-ı Hak; hiçliğini idrâk eden, mütevâzı kullarını sever. Nitekim has ve sâdık kullarının vasıflarını sayarken ilk olarak şöyle buyurur:

“Rahmân’ın (sâdık) kulları, yeryüzünde (hiçlik hâlinde bir) tevâzu ile dolaşırlar.” (el-Furkān, 63)

Mü’minin fârikası tevâzudur. Bir mü’min bu dünyaya, «arz-ı endam» için değil «arz-ı hâl» için geldiğinin şuurundadır. Dâimâ hiçliğinin idrâki içindedir. Lügatinde asla «ben / أنا» yoktur! O, dâimâ kendindeki her nimetin, Allâh’ın lutfu olduğunun tefekkürü ve şükrü içinde yaşar.

Bunun zıddı olan kibir ise, tevbe edilmezse, ancak yanmakla temizlenir. Çünkü menşei cehennemdir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 147-149)

Gıybet de büyük ölçüde kibirden neş’et eden, zehirli bir hastalıktır.

Şöyle ki;

Gıybet eden kişi; kendisini üstün görüp, ayıbını aradığı kardeşini ise hor ve hakir bulup arkasından çekiştirir. Gıybet, kibrin ve kendini beğenmişliğin lisâna yansımasıdır. Cenâb-ı Hak; başkalarını kaş-göz hareketleri ve çirkin sözlerle yüzüne karşı veya gıyâbında alaya alan ve çekiştiren kişileri, ağır bir şekilde îkaz buyurur:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

“Arkadan çekiştirmeyi (yani gıybeti), yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

Gafil insanı kibir ve ucba sevk eden husus; imtihan îcâbı geçici olarak kendisine verilen nimetleri kendisine nisbet etmesidir.

İnsan; nâil olduğu servet, mevki ve makamları, kendi nefsine izâfe ederse, enâniyetin girdabına yakalanır.

Ancak; «ben» demeyi bırakıp da;

«Sen yâ Rabbî!.. Veren Sen’sin, lutfeden Sen’sin!» der ve bunu kalbinde de hissederse, işte o zaman enâniyet tehlikesini bertaraf edebilir.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri bu husûsu ne güzel ifade eder:

Veren Sen’sin, alan Sen’sin, kılan Sen,
Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!.

Rabbimiz’in tâlimâtı:

MUVAFFAKİYET, CENÂB-I HAK’TAN!

Bütün muvaffakiyetler, ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutfudur. Kullar sadece mazhar ve nasibdar olurlar.

Siyer-i Nebî baştan sona bu hakikatin misalleriyle dolu.

Hicretten sonraki ilk harp olan Bedir’de Peygamberimiz ve ashâbı, muhteşem bir zafer elde etmişti.

Henüz rahle-i Peygamber’de mânevî terbiye görmeye devam eden ashâbdan kimileri, zaferin sevinciyle;

“–Ben şöyle kılıç savurdum!”,

“‒Ben küffârı şöyle devirdim!” gibi sözler sarf eder oldular.

Cenâb-ı Hak îkāzen şöyle buyurdu:

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْ
وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰى وَلِيُبْلِىَ الْمُؤْمِن۪ينَ مِنْهُ بَلَاءً حَسَنًا
اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

“(Ey Peygamber ve ey mü’minler! Bedir zaferinde) onları (Ebû Cehil gibi küfrün elebaşlarını) siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü.

(Ey Rasûlü’m!) Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı (onu.) Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı.)

Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)

Derhâl bu şuurla, Allâh’a yöneldiler.

Bu idrak devam ettikçe, fetihler ve zaferler nasîb oldu. Nihayet Mekke fethi gerçekleşti.

HİÇLİĞİN SULTANI

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’yi fethetmişti. Yıllarca alay edilip, horlandığı, eziyet gördüğü, öldürülmek istendiği şehrine; muazzam bir ordunun kumandanı olarak dönüyordu. O’nun yerinde bir başkası olsa; mağrur bir şekilde, âlâyişler ve nümâyişlerle, zafer işaretleri sergileyerek girerdi. Fakat O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devesinin üzerinde âdetâ secde eder vaziyetteydi.

Aynı gün;

Bir Mekkeli titreyerek Peygamberimiz’in yanına yaklaştı. Korku ve heyecan içinde;

“‒Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkin buyurunuz!” diyor ve bu esnada âdetâ dişleri birbirine vuruyordu.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ona, kendi imkânlarının en zayıf olduğu zamandan şu misâli zikrederek sükûnet telkin etti ve şöyle dedi:

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kast ederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30)

Peygamber-i Zîşân Efendimiz; zirveler üstü fazîletlerine rağmen her zaman «Kul Peygamber» olmayı tercih etti. Her zaman hiçlik ve fakrıyla huzur buldu. Huneyn gibi yerlerde, kendisinin en üstün meziyetlerini ifade etmek mecburiyetinde kaldığında dahî mutlaka; «Lâ fahre / Övünmek yok!» kaydını hiçlik içinde zikretti.

Mekke Fethi’nden sonra Arap Yarımadası’ndaki kabîleler kalabalık gruplar hâlinde İslâm’a girmeye başladılar.

Cenâb-ı Hak; bu fetih ve zaferin de asla gönüllerde en ufak bir enâniyet ve ucba (kendini beğenmeye) sebebiyet vermemesi için, yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında bütün ümmeti bir de şöyle îkaz buyurdu:

İSTİĞFAR ZAMANI!

“(Ey Rasûl’üm!)

Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit;

•RABBİNE HAMDEDEREK

•O’NU TESBİH ET!

•VE O’NDAN MAĞFİRET DİLE!

Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3)

İstiğfârın emredilmesi; daha ziyade, bir kusur, bir kabahat işlendiğinde beklenir. Hâlbuki burada, bir fetih ve zafer mevzubahistir.

Demek ki;

Cenâb-ı Hak, fethi müteâkip sevinç tezâhürleri içinde «enâniyet ve nefsâniyet»e en ufak bir pay çıkarılmasını arzu etmiyor ve derhâl,

•Hamdi emrederek, zaferin Allah’tan olduğunu îtiraf ettiriyor.

Ardından;

•İstiğfârı emrederek de, bu zafere memur olan mü’minlerin yine de kendi kusur ve noksanlarının olup olmadığını murâkabe etmelerinin lüzumunu hatırlatıyor.

Ne büyük bir hiçlik terbiyesi!..

Kur’ânî tâlimatlar, tevâzuun zıddı olan kibir ve tefâhurun en küçük bir tezâhürünü bile yasaklamıştır:

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (el-İsrâ, 37)

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah; kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokmân, 18)

Bu âyetlerin terbiyesiyle;

Ashâb-ı kiramdan cennetle müjdelenen sahâbîler dahî; asla bu müjdelerle şımarmamışlar, liyâkatlerini artırmaya ve gece-gündüz nice sâlih amellerle ancak rahmete sığınmaya devam etmişlerdir.

Peygamberimiz benlik ve kibri terk etme dersini, ashâbına çeşitli usûllerle tâlim buyuruyordu.

İşte bir misal:

Ashâb-ı kirâmdan Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- anlatır:

Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim ve kapısını çaldım. Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

“–Kim o?” diye sordular.

“–Benim!” diye cevap verdim.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Benim, benim!” diye tekrar etti. Galiba bu cevabımdan hoşlanmamıştı. (Buhârî, İsti’zân, 17)

Hazret-i Mevlânâ, bu hadîs-i şerifteki nükteyi gönül lisânıyla şöyle şerh eder:

“Birisi geldi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu içerden;

«–Ey güvenilir kişi, kimsin?» diye seslendi.

Kapıyı çalan;

«–Benim.» deyince, dostu;

«–Öyleyse git! Senin için henüz içeri girme zamanı değildir. Böyle bir mânevî nimetler sofrasında ham kişinin yeri yoktur.» dedi.

Ham kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, ikiyüzlülükten onu ne kurtarabilir? O zavallı adam; kapıdan döndü, tam bir sene yollara düştü, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık âşık; ayrılık ateşi ile pişerek döndü geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir söz çıkmasın diye, bin bir endişe içinde ve yüzlerce defa edep gözeterek kapının halkasını yavaşça vurdu. Dostu içeriden;

«–Kapıyı çalan kimdir?» diye seslendi.

Adam;

«–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin.» cevabını verdi.

Dostu bu defa muhabbetle şu cevabı verdi:

«–Mademki şimdi ‘sen’, ‘ben’sin. Ey ‘ben’ olan, ‘ben’den ibaret olan, haydi gir içeri! Bu ev dardır, bu evde iki ‘ben’i alacak yer yoktur.

İğneden geçirilecek bir iplik, ayrılır da iki iplik olursa, yani ucu çatallaşırsa iğneden geçmez. Madem ki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden geç!»” (Mesnevî)

Ashab-ı kiram bu ince ve hassas terbiye ile müstesnâ bir gönül kıvâmı kazandılar. Benliklerinden geçtiler, Rasûlullah Efendimiz’de fânî oldular.

EŞSİZ TEVÂZU

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- halîfe olmuştu. O, ashâbın en önde gelenlerinden biriydi. Cenâb-ı Hak, onun hakkında «ikinin ikincisi» buyurmuştu. Rasûlullah Efendimiz’in en yakınıydı.

Buna rağmen o tevâzu kahramanı, hutbeye çıktığında cemaate;

“‒Ben sizin en hayırlınız değilim. Eğer Allâh’a itaat edersem, bana itaat edin. Şayet O’na itaatten ayrılırsam, siz de bana itaat etmeyin!” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da halîfe olduğunda aynı hiçlik ahlâkını sergiledi. Hutbeye çıktı ve sordu:

“‒Şayet eğrilirsem, ne yaparsınız?”

Cemaatin arasında halkın içinden bir kişi elinde kılıç ayağa kalktı ve;

“‒Eğrilirsen, seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- huzur ve saâdet içinde;

“‒Hamdolsun ki, eğrildiğim zaman düzeltecek dostlarım var!” diye Allâh’a şükretti.

Tarihimizin dehâ şahsiyetlerinde dâimâ bu hiçlik hâli temâşâ edildi.

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’a, hilâfet merkezinden mektup gelmişti:

“‒Bundan sonra başkumandan Ebû Ubeyde bin Cerrâh’tır, sen onun maiyetindesin.”

Hâlid -radıyallâhu anh-; mektubu aldı, öptü, başına koydu ve Ebû Ubeyde -radıyallâhu anh-’ı çağırıp vazifeyi tebliğ etti;

“‒Ben de artık senin emrinde bir neferim!” dedi.

Hazret-i Ömer, halkın; «Fetihleri Hâlid kazanıyor.» şeklindeki yanlış telâkkîsinin tehlikesini görerek onu vazifesinden almıştı. Zaferin Allah’tan olduğunun bir kez daha bilinmesini murâd etmişti. Nitekim diğer kumandanlarla da aynı zaferler kazanıldı.

YENİLMEYELİM!

Tarihin tavizsiz, kudretli bir padişah olarak andığı Yavuz Sultan Selim Han da, tevâzu ve hiçliğe bürünen mânâ sultanlarından biriydi.

O, muhteşem bir dirâyetle Sînâ Çölü’nü geçti. Mısır’ı fethetti. İki sene süren, zaferlerle dolu bu seferden dönüşte Üsküdar’a, Çamlıca Tepesi’ne geldi, kumandanlarına şöyle dedi:

‒Siz İstanbul’a girin. Ben; hava kararsın, sokaklar boşalsın, ondan sonra şehre gireyim. Fânîlerin alkışları nefsâniyetimi tahrik ederek beni perişan etmesin, yere sermesin!

Dilinde ise şu mısralar vardı:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgā imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş…

Bir başka misal:

Barbaros Hayreddin Paşa; Preveze Deniz Savaşı’nda müthiş bir zafer kazanmış, akabinde esir düşman kadırgalarını önüne katarak muhteşem donanmasıyla İstanbul önlerine gelmişti. O esnada Kanunî Sultan Süleyman Han ve vezirleri de bu ihtişamlı manzarayı Sarayburnu’ndan seyretmekteydiler. Paşalardan biri heyecanla;

“–Sultanım, dünya, dünya olalı böyle bir manzarayı acaba kaç kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (övünseniz) azdır!” dedi.

Ulu hakan Kanunî’nin cevabı ise şöyle oldu:

“–Paşa! Bize; fahretmek mi, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabbimiz’e hamd ile şükretmek mi düşer?!.”

Onlar cihan sultanı idiler, fakat önce iç dünyalarının hâkimi olma terbiyesi alıyorlardı.

Şehzadelik yıllarında hâssaten tasavvufî bir terbiye altında idiler. Onları dâimâ bir Edebâlî silsilesi terbiye ediyordu. Bu öyle bir terbiye idi ki, Cuma selâmlıklarında talebe-i ulûm husûsî olarak yollara dizilir ve padişaha;

“Mağrur olma padişahım! Senden büyük Allah var!” diye seslenirdi.

Asıl mânâ sultanları olan Hak dostları ise, bambaşka bir hiçlik terbiyesinden geçmekteydi. Onları ümmet-i Muhammed’i irşâd edecek seviyeye getiren kalp kuvveti de bu hiçlik terbiyesinden geçmekteydi.

Birkaç misal:

İMÂM-I GAZÂLÎ…

O, önceleri ilmin ve şöhretin zirvesinde idi. Husûsî halkasında 300 talebesi vardı. Fakat içinde vicdanını yakan, sadrını daraltan bir sual vardı:

«Ben acaba Allah rızâsında mıyım, yoksa şöhretin pençesinde miyim?»

Sonunda bu endişe galip geldi ve her şeyi terk ederek uzlete çekildi. Sadece ilâhî nasiplerin sonsuz tecellîsi içinde dirâyetli bir hiçliğe büründü. En nihayet;

“Allah Rasûlü’nün rûhâniyeti tecellî etti de kurtuldum.” dedi. Yeniden irşâda, ancak bu şekilde döndü. Neticede «İhyâ ve Kimyâ» gibi, bereketli eserlerini kaleme alması da, ancak böyle bir derûnî terbiye sonrasında gerçekleşti.

Bir diğer misal:

AZİZ MAHMUD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ…

O da, önceleri binlerce kadıdan sadece biriydi. Kadı Mahmud Efendi’ydi. Zâhiren ilmin ve makamın zirvesindeydi.

Lâkin, o da enâniyetin tuzaklarından korktu. Derhâl makam ve mevkiyi terk ederek Üftâde dergâhına bend oldu.

Üstâdı ona hiçliği tâlim etmek için, şu vazifeyi verdi:

Bir zamanlar anlı şanlı bir kadı olarak müfettiş sıfatıyla dolaştığı pazarlarda, şimdi üzerindeki sırmalı kaftanı çıkarmadan ciğer satacaktı. Alaycı nazarlara ve küçümseyici sözlere aldırmadan bu vazifeyi yapmak çok zordu. Fakat Kadı Mahmud Efendi, gururunu yenerek üstâdının emrini yerine getirdi. Tuvalet temizledi, hizmet etti, sonunda bütün enâniyeti ayakları altına aldı. Nefsini ayaklar altına aldıkça, kalp ve ruh bakımından yükseldi. Sonunda şahlara şeyh olan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri oldu.

DEĞİŞMEZ TERBİYE METODU

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de üstâdının kendisine verdiği hiçlik terbiyesini şöyle anlatır:

“…Üstâdım bana;

«–Kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzu ve mahviyet göster!» tavsiyesinde bulundu.

Ben de üstâdımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum. Böyle devam eden yedi sene sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki:

«–Hayvanların bakımını da tevâzu ve îtinâ ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri müşâhede et! Onlara Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedavisiyle meşgul ol!»

Bu emir üzerine hayvanların hizmetlerini görmeyi kendime vazife edindim. Bir müddet bu şekilde devam ettim. (…)

Bu merhaleden sonra aziz üstâdım bana dedi ki:

«–Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!»

Bundan sonra o hizmetle de meşgul olmaya başladım. Öyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında üstüm başım hep toz toprak içinde olurdu.

Hâsılı;

O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki bereketli neticelerine de dâima şahit oldum.” (Bkz. Enîsü’t-Tâlibîn, s. 49-50; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. 17-18)

Tevâzu ve hiçlik, bu güzîde misallerde ifade edildiği üzere, bereket ve feyiz vesilesidir.

Kibir ve enâniyet, insanı kahr-ı ilâhîye dûçâr eder.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi yoktur.”

“Sen de bir gölge gibi ol ki kılıç seni kesemesin!

Hiçliğini ve acziyetini idrâk edemeyip de kibir dâvâsına tutuşan niceleri, ilâhî gazaba uğramışlardır.

Bel‘âm gibiler ilimle, Kārun gibiler servetle, Firavun ve Hâmân gibiler makam ve mevki ile enâniyetin avucuna düştüler ve helâk oldular. Her biri, devâsâ bir okyanus ortasında dümeni kırılmış ve böylece âdetâ fındık kadar kalmış gemiler misâli azgın dalgalara gark oldu gitti.

Ecdâdımız, bu sebeple dergâh duvarlarına; «hiç /هيچ» kelimesinin yazılı olduğu levhalar asmışlardır.

HİÇLİKTEKİ DERİNLİK

Tek bir kelimeden ibaret, «hiç / هيچ» levhası neler neler anlatır:

Azamet-i ilâhiyye karşısında; insan da hiçtir, kâinat da hiçtir.

Cennetin küçücük bir nimeti mukabilinde; bu dünyanın bütün âlâyişi bir araya gelse, bir hiçtir.

Cehennemdeki azâbın bir ânına mukābil, dünyada çekilebilecek bütün meşakkat ve çileler de bir hiçtir.

Cenâb-ı Hak, insana kendi varlığını da hiçlik tefekkürüyle şöyle düşündürür:

“İnsanın üzerinden, henüz kendisinin bahsedilen bir şey olmadığı uzun bir zaman geçmedi mi?” (el-İnsân, 1)

İnsan hiçliğini idrâk ettikçe, Rabbinin yüceliğini ve azametini idrâk eder.

Terbiyeye muhtaç zayıflığını idrâk ettikçe, Rabbine muhtaçlığının farkına varır.

İnsan için her şey, hiçliği idrakten sonra başlar. Hikmetler, sırlar, tulûat ve sunûhatlar insana hiçlikten sonra açılır.

Bir bakıma;

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Kendini tanıyan Rabbini tanır.”

Yani;

“Kendi hiçliğini idrâk eden mü’min; Rabbinin varlığını, birliğini, sonsuz kudret ve azametini idrâk etmeye başlar. Kendindeki ilâhî tecellîleri temâşâ ettikçe de «mârifetullah»ta merhaleler kat eder.”

Nefsini bilmeyenler, abd-i âciz olduklarını idrâk edemeyenler, «ظَلُومًا جَهُولًا : Zalûmen cehûlâ» girdaplarında helâk olurlar. Damlayı deryâdan ayırt edemeyecek bir cehâlet içinde bocalar ve kendilerine zulmederler. En büyük zulüm, kişinin kendi kendine zulmüdür. Zira dışarıdan birinin zulmü; en fazla, canını almakla neticelenecek iken, nefsin kendi kendine zulmü, iki cihânı da bedbaht etmekle neticelenir.

Cenâb-ı Hak muhafaza buyursun.

Rabbimiz; tevâzu edebiyle müzeyyen, abd-i âciz olduğunu müdrik kullarından eylesin. Kibrin cehenneme çıkan yollarından cümlemizi korusun.

Âmîn!..